Image Hosted by ImageShack.us

   
  HOŞGELDİNİZ
  Hz Muhammed'in (sav) hayatı
 




HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.A)

Hz. PEYGAMBER’İN  (S.A.A) KISACA HAYATI

Peygamberlerin sonuncusu ve ilâhî elçilerin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (s.a.a), Fil Yılı'nın rebiyülevvel ayının on yedinci gününde doğdu. Daha önce babasını kaybeden Hz. Peygamber'e Sa'doğulları kabilesinden bir kadın sütannesi oldu. Dört veya beş yaşına girdiğinde annesine geri verildi. Altı yaşındayken annesi vefat etti. Bunun üzerine bakımını tek başına dedesi üstlendi. Fakat iki yıl sonra o da öldü. Dedesi ölmeden önce onun bakımını müşfik amcası Ebu Talib'e havale etti. Evleninceye kadar da amcasının yanında kaldı.

On iki yaşındayken amcası ile birlikte Şam'a bir yolculuk yaptı. Yolda rahip Buhayra ile karşılaştı. Buhayra onu tanıdı. Onu gözden uzak tutmaması hususunda Ebu Talib'i uyardı ve onun aleyhinde komplolar kurmak için Yahudilerin fırsat kolladıklarını belirtti.

Hz. Peygamber (s.a.a) yirmi yaşlarında Hılfu'l-Fudul adı ile bilinen bir mazlumları müdafaa için kurulan bir antlaşmaya kabileler arası uzlaştırma konseyine katıldı. Sonraları bu katılımdan iftiharla söz etmiştir. Hatice'nin mallarıyla ticaret değiş tokuşunu yapmak için Şam'a gitti. Gençliğinin parlak döneminde yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendi. Bundan önce "doğru ve güvenilir (emin)" kişi lakapları ile tanınmıştı. Hacerü'l-Esved'i yerine koymakta anlaşmazlığa düşen kabileler onun arabuluculuğuna başvurdular. O da bulduğu ilginç ustaca bir yöntemle formülle çatışan tarafları uzlaştırdı.

Kırk yaşında peygamber olarak görevlendirildi. Hemen işe koyuldu. Görevinin bilincinde olarak insanları Allah'a çağırmaya başladı. Öncü müminlerden oluşan bağlılar ve destekçiler toplamaya girişti.

Çağrı görevine başlamasının üzerinden üç veya beş yıl geçtikten sonra yüce Allah ona yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından elçilik görevini ilân ederek İslâm'ı sevenlerin müminler safına katılması yolunda açık çağrıda bulunmakla yapmakla emredildi.

O andan itibaren Kureyş kabilesi Hz. Peygamber'in (s.a.a) önüne çeşitli engeller çıkarmaya, çağrının yayılmasını önlemeye, böylece Allah yolunun önünü kesmeye başladı. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.a), çağrısı için Mekke dışında yeni bir pencere açmaya yöneldi. Bu amaçla Habeşistan'a Müslümanlardan oluşan birkaç heyet gönderdi. Çünkü bu ülkenin hükümdarı daha önce ülkesine gelen Ebu Talip oğlu Cafer başkanlığındaki bazı Müslümanları iyi karşılamış ve onlar da oraya yerleşmişlerdi. Nitekim Cafer Hicrî yedinci yıla kadar bu ülkeden ayrılmamıştı.

Kureyşliler, Habeşistan hükümdarını Müslümanlara karşı kışkırtma gayretlerinin başarılı olmadığını görünce, yeni bir plân uygulamaya başladılar. Bu plân Müslümanlara ekonomik, sosyal ve siyasî ambargo ve kuşatma dayatmak oldu. Bu ambargo üç yıl devam etti. Kureyşliler bu ambargonun Hz. Peygamber'i (s.a.a), Ebu Talip ve Haşimî kabilesinin diğer mensuplarını dize getirmesinden ümit kesince kuşatmayı kaldırdılar. Ancak ambargo baskısından zaferle çıkan Hz. Peygamber (s.a.a) ile kabilesi, peygamberliğin onuncu yılında Ebu Talip ile Hatice'nin (her ikisine selâm olsun) vefatı ile sarsıldılar. Bu iki olayın Hz. Peygamber (s.a.a) üzerindeki etkisi ağır oldu. Çünkü aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybetmişti.

Bazı tarihçiler "İsra" ve "Miraç" olayının gerçekleşmesini bu üzücü durumla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre, bu dönemde üzüntünün ve psikolojik baskının doruğunda yaşayan Hz. Peygamber (s.a.a) aynı zamanda Kureyşlilerin bütün ağırlıkları ile ilâhî çağrının önüne dikildiklerini, yolunu kestiklerini görüyordu. Böylece yüce Allah, bu ağır havayı dağıtmak için miraç esnasında ona gösterdiği büyük mucizelerle önüne geleceğin ufuklarını açtı. Gerçekten miraç mucizesinin Hz. Peygamber ve müminler üzerindeki şevk uyandırıcı etkisi çok büyük oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) yeni bir hareket merkezi bulabilmek ümidi ile Taif'e göç etti. Fakat Mekke'ye komşu olan ve bu şehrin atmosferinin etkisi altında kalan bu beldeden yeni bir açılım elde edemedi. Bunun üzerine Mekke'ye dönerek daha önce komşuluğunu seçtiği Mut'im b. Adiyy'in yakınına yerleşti. Hz. Peygamber (s.a.a) ilâhî risaleti yaymak için hac mevsimlerinde yeni bir hareket başlattı. Hac görevini yerine getirmek ve Ukkaz Çarşısı'nda ticaret yapmak için Beytu'l-Haram'a gelen kabilelere kendini tanıtmaya başladı. Yesrib (Medine) halkı ile buluştuktan sonra, yüce Allah önüne başarı ve yardım kapılarını açtı. Böylece Allah'a çağrısı devamlılık kazanarak İslâm Medine'de yayılmaya başladı. Sonunda Kureyşlilerin kendisine yönelik tuzağından Allah tarafından haberdar edilmesi üzerine Medine'ye hicret etmeye karar verdi. Çünkü Kureyş kabilesi bu kabilenin bütün kollarından oluşan bir grup vasıtasıyla ile onu öldürüp kendisinden nihaî olarak kurtulma konusunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine bir gece Hz. Ali'ye (a.s) bir gece kendi yatağında yatmasını emrettikten sonra kendisi bütün korunma tedbirlerini alarak Medine'ye doğru yola çıktı ve kendisi için tam bir karşılama hazırlığı yapmış olan bu şehrin halkı ile buluştu. Rebiyülevvel ayının başlarında Kuba'ya ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu hicreti onun emri ile İslâm tarihinin başlangıcı oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) Medine'de ilk İslâm devletini kurdu. Hicretten sonraki ilk yıl zarfında bu devletin temellerini attı. İşe putları kırmakla ve Mescid-i Nebevî'nin inşası ile başladı. Bu mescidi hareketi, çağrısı ve hükümeti için merkez olarak hazırladı. Arkasından muhacirler ile ensar arasında birebir kardeşlik ilişkileri kurdu. Böylece yeni devletin üzerine oturacağı sağlam bir halk tabanı oluşturmayı amaç edindi. Bir yandan da kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir tür yönetmelik hazırlayarak bunu kabilelere iletti. Bu arada Yahudi oymakları ile bir anlaşma imzaladı. Bu yönetmelik ile bu anlaşma, ilk yönetim düzeninin ve İslâm devletinin genel hatlarını içeriyordu.

Genç İslâm devleti ve İslâm çağrısı Kureyşlilerin sert ve çirkin direnişi ile karşılaştı. Bu kabile, İslâm daveti ile bu yeni devleti ortadan kaldırmaya kesin karar vermişti. Bu amaçla Müslümanlara art arda savaşlar açtılar. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar da bu savaş girişimleri karşısında kendilerini savunmak zorunda kaldılar.

Böylece bu genç devleti savunma yılları başladı. Hz. Peygamber bu dönemi Hicret'in yedinci ayında amcası Hz. Hazma komutasında sefere çıkardığı bir seriye ile başlattı. O yılın sonuna kadar üç seriye daha hazırlayıp sefere çıkardı. Bu yıl içinde Bakara Suresi'nin birçok ayeti indi. Bu ayetlerde, bir yandan yeni devlet ve ile ümmetle ilgili ölümsüz bazı hükümler belirlenirken, öte yandan münafıkların ve Yahudilerin Hz. Peygamber'e ve yeni cihanşümul devletine karşı hazırladıkları komplolar ve kurdukları tuzaklar ifşa ediliyordu.

Kureyşliler Hz. Peygamber (s.a.a) ile yeni devletini Medine dışından, Yahudiler ise bu devleti Medine içinden hedef almışlardı. Hz. Peygamber her ikisinin grubun hareketini sıkı gözlem altına aldı. Hicret'in ikinci yılında iki seriye seferi ile sekiz savaş gerçekleşti. Bu savaşların biri ramazan ayında yapılan Büyük Bedir Savaşı oldu. Yine bu yıl içinde ramazan ayı orucu farz kılındı ve İslâm devleti ile Müslüman ümmetin bağımsızlığına yeni bir boyut kazandıran kıble değişikliği gerçekleşti.

Hicret'in ikinci yılı bir yandan birçok askerî ve öte yandan siyasî ve sosyal hayatla ilgili ilâhî direktiflerin inişine sahne oldu. Kureyşliler ile Yahudiler ağır savaş yenilgilerine uğratıldılar. Medine'yi ilk yurt edinmiş Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka'nın, Hz. Peygamber'le (s.a.a) yapmış oldukları sözleşmeyi bozdukları gerekçesi ile Büyük Bedir zaferinden sonra Medine'den sürgün edilmesi gerçekleşti.

Hicreti izleyen üç yıl boyunca Kureyşlilerin İslâm'a ve Müslümanlara yönelik Medine dışından gelen askerî saldırıları ile Yahudi kabilelerin Hz. Peygamber'le imzaladıkları anlaşmaları bozma girişimleri devam etti. Bu üç yıl zarfında gerçekleşen beş savaş yani Uhud, Beni'n-Nazîr, Ahzâb, Benî Kureyza ve Beni'l-Mustalak Savaşları, Peygamber'e ve Müslümanlara çok ağır gelmiş, zorluk vermişti.

Hicret'in beşinci yılında Müslümanlar başarılı bir sınavdan sonra müşrik ittifakı ile Yahudilerin ortak bir komplosunu geri püskürttüler. Böylece yüce Allah, Kureyşlilerin Müslümanları dize getirmekten ümidi kesmelerinden sonra büyük fethin zeminini hazırlamış oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) Hüdeybiye Barışı'ndan sonra çevredeki kabileler ile anlaşıp onları yanına çekmeye girişti. Maksadı şirk ve inkârcılık güçleri karşısında, Müslümanlar ile bu kabilelerden oluşan birleşik bir güç oluşturmaktı. Bütün bunların sonunda, yüce Allah Hicret'in sekizinci yılında Mekke'yi fethetmesini sağladı ve böylece bu fetih sayesinde, Kureyş kabilesinin elebaşlarını onun İslâm devletine ve mübarek siyasetine boyun eğdirdikten sonra Peygamber’i şirkin merkezlerini Arap Yarımadası'ndan tasfiye etmesine gücü yeter muktedir kıldı.

Bunun arkasından gelen Hicrî dokuzuncu yıl akın akın Allah'ın dinine girmeye başlayan kabilelerin temsilcilerinin karşılanıp uğurlandığı bir yıl oldu.

Hicret'in onuncu yılı Veda Haccı'nın yapıldığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) cihanşümul devletini ve diğer ümmetlere şahit olan ümmetini ve cihanşümul devletini geliştirme yolunda ümmeti arasında geçirdiği son yıl oldu.

Önder Peygamber (s.a.a) İslâmî devletinin temellerini, yerini alacak ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek pekiştirdikten sonra Hicrî on birinci yılının safer ayının yirmi sekizinci günü vefat etti. Hz. Peygamber bu temellerin pekiştirilmesini, yerini alacak olan ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek gerçekleştirdi. Bu masum önderlik Ebu Talip oğlu Ali'nin (a.s) şahsında temsil edilecekti. O kâmil insan ki, Hz. Peygamber onu doğduğu günden itibaren kendi keremli elleri altında ile büyütüp eğitmişti ve hayatı boyunca onu güzel şekilde gözetmişti. İmam Ali (a.s), İslâm'ın bütün değerlerini düşüncesinde, davranışlarında ve ahlâkında somutlaştırmıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) emirlerine ve yasaklarına uymada en yüksek örneği oluşturuyordu. O bu niteliği ile büyük velâyet, nebevî vasilik ve ilâhî halifelik payesine lâyıktı. Çünkü Onun İslâmî risaletin, ilâhî devrimin ve nebevî devletin oluşum ve yapısındaki etkin varlığı ve rolü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Allah'ın emri üzere Resulullah'ın (s.a.a) ilk vekili olmasını sağladı.

Nihayet yüce Peygamber (s.a.a), içinde bulunduğu tüm zor şartların zorluğuna rağmen İmam Ali'yi Müslümanlara hidayet rehberi ve önder tayin ederek risaletini duyurmayı tamamladıktan sonra Rabbinin çağrısının gereğine uydu. Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Allah'a itaatkârlığın ve O'nun emirlerine uymanın en üstün örneği idi. Çünkü Allah'ın emrini en güzel şekilde Müslümanlara iletti ve Veda Haccı'nı en çarpıcı açıklamalarla noktaladı.

Bunlar peygamberlerin sonuncusu Abdullah oğlu Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatına ve kişiliğine yöneltilmiş kısa ve hızlı bir bakıştır.

Hz. peygamber'inDoğumu ve Çocukluğu

1-Putperest Toplumun Çöküş Belirtileri

Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderilişi öncesindeki dönemde Arap Yarımadası toplumunda kargaşa ve zulüm kökleşmişti. Toplumda birlik diye bir şey yoktu. Çöldeki hayat karakterinin var ettiği sosyal ve kültürel özellikler, Arap Yarımadası toplumunda göstergeleri beliren çöküş sürecini durdurmak için yeterli değildi. Bu süreçte ortaya çıkan antlaşmalar ve ittifak (birliktelik) girişimleri, sözünü ettiğimiz sosyal çözülme karşısındaki direnişin sosyal göstergesi olmakla birlikte tan başka bir şey değildi. Fakat bu  bu antlaşmaların müttefiklerin sayıca çokluğu toplumda merkezî bir gücün olmadığının delili idi.

Toplumu ayağa kaldırıp erdemli hayata doğru geliştirmeye çalışacak bir düzeltme ve değiştirme hareketinin tarih tarafından zikredildiğine rastlamıyoruz. Sadece bu sosyal çürümeyi ve zulmü reddetme hâlini yansıtan bazı ferdî hareketler gözleniyor. Ki onlar da, az sayıdaki Arap Yarımadası evlâtlarının gösterdiği suçluluktan arınma duygusunda somutlaşıyordu. Bu hareketler toplumu değiştirmeye yönelik etkin bir nazariye veya hareket düzeyine yükselen bir niteliğe sahip olmak yerine, ancak Arap Yarımadası evlâtlarından bazılarının gösterdiği suçluluktan arınma duygusunda değildiler...[1] Kureyş toplumundaki un çözülme durumu ve ayrılıklar bu söylediklerimizin yeterli bir örneğidir. Bu durumu onların Kâbe'nin inşası üzerindeki anlaşmazlıkları konusunda da görürüz. Oysa Kureyş kabilesi Arap kabilelerinin en güçlüsüydü ve sosyal dayanışma bakımından en üst düzeyde idi. Arap Yarımadası'nda yaşayan Yahudilerin sürekli uyarıları ve korkutmaları ilâhî risaleti ile insanlığı kurtaracak olan bir ıslahatçının ortaya çıkışı ile Yarımada halkına karşı fetih ummaları ve her zaman: "Bir peygamber ortaya çıkacak ve putlarınızı kıracak."[2] demeleri, Arap toplumunda kök salan bu müzmin bir kargaşanın varlığının bir delili olarak zikredilebilir.

2- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Atalarının Mümin Olması

Hz. Peygamber (s.a.a) doğumundan itibaren tevhit ilkesine inanan, üstün ahlâklılık ve yüce makamlılık ile onur sahibi olan bir aile ortamında yetişti. Meselâ, dedesi Abdulmuttalib'in imanlı bir kişi olduğunu Habeşistan'dan gelen Ebrehe'nin Kâbe'yi yıkma amaçlı saldırısı sırasındaki sözlerinden ve duasından anlıyoruz. Abdulmuttalip bu duasında putlara sığınmadı, bunun yerine Kâbe'nin korunması için Allah'a tevekkül etti.[3] Hatta şöyle söylemek mümkündür: Abdulmuttalip aldığı pekiştirici haberlere dayanarak Hz. Peygamber'in (s.a.a) konumunun ve ilâhî risaletle ilişkili geleceğinin farkına varmıştı. Nitekim daha süt emme dönemini yaşayan Peygamber'le (s.a.a) bir yağmur duasına çıkması ve onun vasıtasıyla yağmur talebinde bulunması, ona verdiği olağan dışı önemin göstergesidir. Bunu yapmasının sebebi, onun rızk ve nimet verici Allah katındaki konumunu bildiğini gösterir. Bunun bir başka kanıtı Abdulmuttalib'in, henüz bebeklik dönemindeki Hz. Peygamber'i dikkatle gözetmesi, onu hiç gözden uzak tutmaması konusunda Ümmü Eymen'i uyarmasıdır.[4]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Ebu Talib'in de aynı tutumda olduğunu görürüz. Bu zat, Peygamber'in (s.a.a) risaletini tebliğ etmesi ve aldığı ilâhî mesajı yüksek sesle duyurması için onu mübarek ömrünün son anlarına kadar korumuş ve desteklemiştir. Bu uğurda Kureyşlilerin eziyetlerine, ambargolarına ve dar vadideki kuşatmalarına katlanmıştır. Bu gerçeği, Ebu Talib'in bir dizi olayda takındığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatına zarar gelmemesine olağanüstü derecede özen gösteren tavrından anlıyoruz.[5]

Hıristiyanlık, insanlık topluluğuna yönelik amaçlarını gerçekleştirmeyip de hatırı sayılır bir etkinliği kalmadığı için bütün şaşkınlık ve sapıklık görüntüleri tüm dünyayı sardı. Bütün insanlar toplumsal karışıklıkların ve şaşkınlığın tutsağı, cahiliyetin oyuncağı oldular. Bu açıdan Bizanslıların durumu rakipleri olan Perslerin durumundan daha az kötü değildi. Arap Yarımadası'nın durumu da bu ikisinden daha iyi değildi. Hepsi birden ateş kuyusunun kenarında idi.

Kur'ân-ı Kerim, o dönemdeki insanlığın hayatına ilişkin trajik bir tabloyu çarpıcı bir üslûp ile anlattığı gibi, Peygamber Ehl-i Beyti'nin ulu önderi Ebu Talip oğlu İmam Ali (s.a) de bu trajik durumu birkaç hutbesinde inceden inceye tanımlamıştır. Bu anlatımlarından biri Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderildiği toplumun durumunu anlatan şu sözlerdir:

"Allah onu, elçilerin gönderilmesine bir süre ara verdikten sonra, ümmetlerin uykularının uzayıp gittiği, fitnelerin alıp yürüdüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi. Dünyanın ışığı görünmez olmuştu. Aldatışlar açığa çıkmıştı. O çağda dünyanın yaprağı sararmıştı, meyvesinden ümit kesilmişti. Suyu çekilmiş, hidayet meşaleleri yıpranmıştı. Azgınlık bayrakları dalgalanmaktaydı. Dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmiş, kendisini isteyenin yüzüne suratını asmıştı. Meyvesi fitne idi, yemeği leşti, pisti. İçi korku idi, dışı ise kılıçtı."

İnsanlığın içinden geçtiği bu zor ortamda ebedî mutluluk ve onurlu bir hayat müjdeleyen ilâhî bir nur parıldayarak kulları ve ülkeleri aydınlattı. Bu nurun parıldayışı, Hicaz topraklarının üstün keremli Peygamberi Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) doğumu ile şereflendiği sırada gerçekleşti. Bu doğum miladî 570 yılına denk gelen Fil Yılı'nda meydana geldi. Hadisçilerin ve tarihçilerin çoğunluğunun kabullerine göre bu mutlu olay rebiyülevvel ayına rastlar.

Doğduğu güne gelince; bunu en doğru bilecek olan Ehl-i Beyti (hepsine selâm olsun) bugünün kesin olarak rebiyülevvel ayının on yedisinin cuma günü, şafağın sökmesinden sonra olduğunu söylüyor. İmamiye Mezhebi'nde yaygın şekilde benimsenen görüş budur. Başka görüşlere göre Hz. Peygamber (s.a.a) yine rebiyülevvel ayının on ikisine rastlayan bir pazartesi günü dünyaya geldi.

Bazı tarih ve hadis kaynaklarının verdikleri bilgilere göre Hz. Peygamber'in (s.a.a) doğduğu gün birçok olağandışı ve şaşırtıcı olay meydana geldi. Meselâ: Pers diyarında tapınma amaçlı olarak yanan ateş söndü. İnsanlar bir dizi değişikliklere depreme şahit oldular. Öyle ki, bir takım u depremlerde kiliseler, manastırlar yıkıldı ve yüce Allah dışında tapılan her şey yerinden oynadı. Kâbe'de dikilen putlar, yüzüstü düştü; büyücüler ve kâhinler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırdılar, işleri konusunda hepsi kör edildiler. Gökte daha önce hiç görünmemiş olan yıldızlar doğdu. Bütün bunlardan daha şaşırtıcısı Hz. Peygamber (s.a.a) dünyaya geldiğin an: "Allahu ekber ve'l-hamdu lillahi kesiren ve subhanellahi bukreten ve asilen (Allah en büyüktür. Allah'a çokça hamdolsun, sabah-akşam Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederim)." diyordu.

Hz. Peygamber (s.a.a) iki isimle tanınmıştır. Bu isimler "Muhammed" ve "Ahmed"dir. Bu isimlerin her ikisi de Kur'ân'da geçmektedir. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Hz. Peygamber'e "Muhammed" adını dedesi Abdulmuttalip verdi. Bu ismi torununa niçin verdiğine ilişkin soruya: "Onun gökte ve yeryüzünde övülmesini istedim." cevabını verdi. Annesi Âmine ise dedesinin isimlendirmesi öncesinde oğluna Ahmed ismini vermişti.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceği, İncil'de Hz. İsa'nın (s.a) dilinden müjdelenmişti. Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdelemeyi Ehlikitap mensubu âlimler de onaylamışlardır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: 'Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.' demişti."[6]  Gerek Arap Yarımadası'nın ve gerekse başka yörelerin geleneklerinde bir kişinin iki isimle, iki lakapla ve iki künye ile anılmasının önünde hiçbir engel yoktur.

4- Hz.Peygamber'in Sütannesine Verilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a), en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı çok genç yaşta kaybetmiş olan dedesi Abdulmuttalib'in en öncelikli meşguliyet konusu olmuştu. Bu yüzden emzirilmesi işinin çözüme bağlanmasını Ebu Leheb'in cariyesi olan Süveybe adlı kadına havale etti. Ondan Hz. Peygamber'i çölde yaşayan Benî Sa'd kabilesine göndermeyi sağlamasını istedi. Bununla, Hz. Peygamber'in (s.a.a) orada bir sütanneden süt emerek Mekke'nin çocukları tehdit eden olumsuz ortamının uzağında temiz bir ortamda büyümesini ve kırsal kesimin çocukları arasında yetişmesini amaçlıyordu. Mekke eşrafının âdeti böyle idi. Yeni doğan çocuklarını sütannelerine verirlerdi. Benî Sa'd kabilesinin sütanneleri ise bu işte şöhret kazanmışlardı. Bu kabile Mekke yakınlarında, Harem-i Şerif civarında yaşıyordu. Bu kabilenin kadınları her yılın belirli bir döneminde Mekke'ye gelerek emzirilecek çocuk ararlardı. Özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.a) doğduğu yılda bu arayışları daha ısrarlı bir nitelik kazandı. Çünkü yaşanan yıl bir kuraklık ve kıtlık yılı olduğu için bu kabilenin kadınları Mekke eşrafının yardımına her zamankinden daha çok muhtaç bir durumda idi.

Bazı tarihçiler şöyle bir iddia ileri sürerler: Muhammed yetim olduğu için Benî Sa'd kabilesinin hiçbir sütannesi onu emzirmeye almayı kabul etmiyordu. Sütannelerinden oluşan kafile geri dönmek üzere idi. Her birinin yanında birer süt çocuğu vardı. Süt çocuğu bulamayan tek kadın Ebu Zueyb es-Sa'diyye kızı Halime idi. Bu kadın da diğer sütannesi adayları gibi ilk başta Hz. Peygamber'i (s.a.a) emzirmeye almak istememişti. Fakat emzirecek çocuk bulamayınca kocasına: "Vallahi o yetime gidip onu emzirmeye alacağım." dedi. Kocasının da kabul etmesi üzerine Halime, bu yetim çocuk sebebi ile hayrı ve bereketi bulacağını ümit ederek Hz. Peygamber'e dönüp onu bağrına bastı, bakımını üstlendi uhdesine aldı.

Ama ne var ki, Haşimî ailesinin yüksek konumu ve cömertliği, iyilikseverliği, ihtiyaçlılara ve yoksullara yaptığı yardımlarla ün kazanmış olan dedesinin kişiliği, bu rivayetin iddiayı doğru olmadığını ortaya koyar. Boşlukta ve temelden mahrum bırakır.

Üstelik bazı tarihçiler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) babasının onun doğumundan birkaç ay sonra öldüğünü kaydederler.

Ayrıca bir rivayette Hz. Peygamber'in (s.a.a) Halime'den başka hiçbir kadının göğsünü emmeyi kabul etmediği belirtiliyor.

Halime diyor ki: "Abdulmuttalip beni karşıladı ve bana: 'Kimsin?' diye sordu. 'Benî Sa'd kabilesinden bir kadın.' karşılığını verdim. Bana: 'Adın nedir?' diye sordu. 'Halime' dir dedim. Bunun üzerine: 'Ne güzel, ne güzel; saadet ve hilim! Bu iki karekterde bütün zamanların iyiliği ve ile ebedî onur şereflilik vardır.' dedi."

Abdulmuttalib'in yetimini emzirmeye almakla berekete ve hayır artışına kavuşacağını uman Halime'nin bu beklentisi boşa çıkmadı. Rivayet edildiğine göre göğsü boştu, süt akıtmıyorlardı. Fakat Hz. Peygamber'i (s.a.a) emzirir emzirmez göğsü doldu ve süt akıtmaya başladı.

Halime diyor ki: "Resulullah'ı (s.a.a) yanımıza alınca geçimimizde ve malımızda bolluk ve hayır bulduk. Öyle ki, kıtlıktan ve geçim sıkıntısından sonra varlıklı hâle geldik."

Abdulmuttalib'in torunu, Halime'nin ve kocasının himayesinde Benî Sa'd kabilesinin kırlarında yaklaşık beş yıl geçirdi. Bu beş yıl içinde iki yılının dolması ile sütten kesilmesi sırasında ailesinin yanına döndü. Bu çocukta iyiliği ve hayrı bulan sütannesi bu dönüşü istememesine rağmen gerçekleşti. Çünkü kadın bu çocukta iyiliği ve hayrı bulmuştu. Aynı şekilde Hz. Peygamber'in annesi de onun Mekke'den uzak bir yere bir an önce geri dönmesini şiddetle istiyordu. Çünkü Mekke'de hastalıklara yakalanabileceğinden korkuyordu. Dolayısıyla sütannesi sevinç içinde tekrar ona kavuştu.

Rivayet edildiğine göre, sütannesi bir takım düşmanlardan kötü ellerden korktuğu için onu ikinci kez Mekke'ye getirdi. Çünkü Habeşistan'dan Hicaz bölgesine gelen bir grup Hıristiyan ısrarla onu yanlarına alıp Habeşistan'a götürmek istemişlerdi. Zira onda geleceği vaat edilen peygamberin belirtilerini bulmuşlardı. Böylece onu himaye etmenin şerefine ve ona uymanın itibarına kavuşmayı düşünüyorlardı.

 

5- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hürmetine Adı İle Yağmur Talebinde Bulunulması

Tarihçiler Hz. Peygamber'i (s.a.a) vesile kılarak yapılan yağmur dualarına işaret ederler. Bu gelişme Hz. Peygamber'in hayatında birkaç kez görüldü. Bu uygulamalara dedesi Abdulmuttalib'in ve amcası Ebu Talib'in hayatlarında onun süt çocukluğu ve delikanlılık dönemlerinde başvuruldu. Birinci uygulama şöyle oldu: Mekke şehri büyük bir kuraklıkla karşılaşmıştı. Şehrin semaları iki yıl boyunca bulut görmemişti. İşte o günlerin birinde Abdulmuttalip, oğlu Ebu Talib'e torunu Muhammed'i (s.a.a) getirmesini emretti. Ebu Talip de bu emir üzerine süt emen beşikteki olan Muhammed'i Abdulmuttalib'in bulunduğu yere getirdi. Dede Abdulmuttalip küçük çocuğu elleri üzerine alıp yüzünü Kâbe'ye döndü. Torununu göğe doğru tutarak: "Ey Rab, bu çocuğun hakkı için" diye duaya başladı. Bu sözü birkaç kez tekrarladıktan sonra: "Bizi bol, sürekli ve gürül gürül bir yağmurla suya kandır." diyerek duasına devam etti. Aradan az bir süre geçer geçmez gökyüzünü bulutlar sardı ve bardaktan boşalır gibi bir yağmur başladı. Yağmur o kadar şiddetli oldu ki, insanlar Kâbe'nin yıkılacağından korktular.[7]

Hz. Peygamber'e (s.a.a) dayanılarak yapılan yağmur duası bir süre sonra ikinci kez tekrarlandı. Bu defa Hz. Peygamber (s.a.a) küçük bir çocuk idi. Dedesi Abdulmuttalip onu alıp Ebu Kubeys tepesine çıkardı. Beraberinde Hz. Peygamber (s.a.a) hürmetine sayesinde yapılan duanın kabul edilmesini temenni eden Kureyş ileri gelenleri de vardı.

Tarihçilerin kaydettiklerine göre Kureyşliler bir defasında Ebu Talip'ten kendileri için yağmur duası etmesini istediler. Ebu Talip bu istek üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.a) elinden tutarak Mescidü'l-Haram'a çıktı. Hz. Peygamber henüz genç bir delikanlı idi. O, bulut arkasında çıkan bir güneş gibi idi. Ebu Talip Hz. Peygamber'i (s.a.a) vesile ederek Allah'a dua edince, gökyüzünü bulutlar kapladı ve gürül gürül yağmur yağmaya başladı. Vadiler sel gibi aktı ve herkes sevince boğuldu.

Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) iki önemli koruyucuları olan dedesi ile amcasının katıksız şirkten uzak tevhit ilkesine bağlı ve yüce Allah'a iman etmiş kimseler olduklarını ifade eder. Başka hiçbir şey olmasa bile bu iki tavır ve tutum onlar için övünç ve onurlanma sebebi olarak yeterlidir. Bunlar şunu da kanıtlar ki, Hz. Peygamber (s.a.a) İbrahim Peygamber'den gelen haniflik ilkesinin ve Allah'ı bir bilmenin inanç olarak egemen olduğu bir aile içinde doğup büyümüştür.

6- Annesi Âmine İle

Hz. Peygamber (s.a.a), babasının ölümünden sonra hayatta kalan müşfik annesinin gözetiminin tadını uzun süre tadamadı. Annesi, sevgili kocasını kaybetmişliğin tesellisi olacak olan Abdullah'ın bu yetimini büyütmeyi bekliyordu. Fakat ölüm ona bu fırsatı vermedi. Rivayet edildiğine göre sütannesi Halime, beş yaşındayken Hz. Peygamber'i (s.a.a) ailesinin yanına getirdi. Annesi Âmine o sırada Peygamber'i yanına alıp sevgili eşinin mezarını ziyarete gitmek istedi. Bu vesile ile Hz. Peygamber de Yesribli (Medineli) Benî Neccar kabilesinden olan dayılarını görebilecek, bu yolculuk sırasında onlarla tanışabilecekti. Fakat bu yolculuk Hz. Peygamber (s.a.a) için başka bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü içinde babasının ölüp defnedildiği evi ziyaret ettikten sonra geri dönüş yolunda Ebvâ denen yerde annesini kaybetti. Denebilir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.a) küçük yaşta üst üste acı olaylar yaşaması, yüce nefsinin gelişimi ve tekâmülü için Allah'ın takdiri ile atılmış hazırlayıcı adımlar olmuşlardı.

Ardından Âmine'nin ölümünden sonra Ümmü Eymen, anne Âmine'nin ölümünden sonra geriye kalan mallarını ve devesini de yanına alarak Hz. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Mekke'ye doğru yolculuğuna devam etti. Amacı onu, torununa çok düşkün olan dedesi Abdulmuttalib'e teslim etmekti.

7- Dedesi Abdulmuttalip İle

Hz. Peygamber (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib'in kalbinde hepsi de Mekke vadisinin ileri gelenleri olan oğullarından ve torunlarından hiçbirinin sahip olamadığı öncelikte bir yere sahipti. Rivayet edildiğine göre Abdulmuttalip Kâbe'nin avlusunda kendisi için özel olarak seçilen yaygı üzerinde otururdu. Kureyş’ın ileri gelenleri, eşrafı ve oğulları çevresini sarardı. O sırada gözü torunu Muhammed'e (s.a.a) ilişince yanına gelmesi için ona yol açılmasını emreder ve gelince onu kendisi için özel olarak seçilmiş olan o yaygı üzerinde yanı başında oturturdu. Kureyş kabilesinin ileri geleni ve büyüğü tarafından gösterilen bu ilgi, kendini bildiği günden itibaren dikkatleri çeken yüksek ahlâkına ek olarak onun Kureyşlilerin gönüllerindeki değerini yükseltmişti.

Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in (s.a.a), Rabbinin gözetimi altında geçirdiği bu yetimlik dönemine işaret ederek şöyle diyor: "O, seni yetim bulup barındırmadı mı" Yetimlik dönemi normal olarak insanın kişilik yapısını geliştirir, onu olgunluğa ve kendine güvenli olmaya hazırlar, karşılaşılacak sıkıntılara ve nâhoş olaylara karşı tahammüllü ve sabırlı olmayı sağlar. İşte yüce Allah seçeceği peygamberini gelecekteki görevini taşıyacak güce sahip olmak için böyle hazırladı, ona gelecekteki görevini taşıyacak güce ulaşmayı, olgun ve kâmil olmasını gerekli kılan büyük risaleti omuzlayacak yeterlikte olmayı bağışladı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi bu gerçeği şöyle ifade ediyor: "Rabbim beni eğitti ve o eğitimimi çok güzel yaptı."[9]

Hz. Peygamber (s.a.a) sekiz yaşına bastığında üçüncü bir acı ile sarsıldı. Bu acı, büyük dedesi Abdulmuttalib'in ölümü idi. Dedesinin ölümü üzerine duyduğu üzüntü, annesinin ölümü üzerine duymuş olduğu üzüntüden daha az olmamıştı. Öyle ki, dedesinin cenazesini son istirahatgâhı olan mezarına kadar izlerken hüngür hüngür ağlamıştı. Dedesinin hatırası hiçbir zaman aklından çıkmadı. Çünkü kendisine çok güzel bakmıştı ve onun peygamber olacağını biliyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre, henüz emekleme çağında bir bebek iken Peygamber'i yanından uzaklaştırmak isteyen birine: "Oğlumu bırak, ona mülk gelmiştir." dedi.[10]


GENÇLİKDÖNEMİ

1- EbuTalib'in Hz. Peygamber'in (s.a.a) Gözetimini Üstlenmesi

Abdulmuttalip, torunu Muhammed'in (s.a.a) bakımını oğlu Ebu Talib'e havale etmesi onun torununa yönelik ilgisinin bir belirtisidir. Çünkü Ebu Talib'in, yeğeninin bakımını en iyi şekilde yerine getireceğini biliyordu. Ebu Talip gerçi fakir idi; fakat Kureyşliler arasında, kardeşleri içinde en saygın ve ayrıcalıklı konuma sahipti. Üstelik Ebu Talip Hz. Peygamber'in babası Abdullah'ın ana-babası bir kardeşi idi. Bu da onunla Hz. Peygamber (s.a.a) arasındaki bütünlük, şefkat ve sevgi bağlarını güçlendiren bir unsurdu.

Ebu Talip, babası tarafından uhdesine verilen bu sorumluluğu iftiharla ve şerefle kabul etti. Bu sorumluluğunda saygın eşi Esed kızı Fatıma onun yardımcısı idi. Karı-koca, ikisi birlikte Muhammed'in beslenmesini ve giyimini kendilerinin ve öz evlâtlarının aynı türden ihtiyaçlarının karşılanmasına tercih ediyorlardı. Hz. Peygamber de amcasının bu eşinin ölümü üzerine: "Bugün annem öldü!" derken bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ardından Resulullah (s.a.a) ona kendi gömleğini kefen olarak sarmış ve defninden önce lahdine uzanıp yatmıştı.

Abdulmuttalib'in ölümünden itibaren Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumakla ilgili zor görevi başladı. O, onu çocukluğundan başlayarak malı ile, canı ile, itibarı ile koruyor, yaşadığı süre boyunca onu eli ve dili ile destekliyordu. Böylece Muhammed (s.a.a) büyüdü ve peygamberlik görevini alarak risaletini yüksek sesle ilân etti.[1]

2-İlk Şam Seferi

Kureyşlilerin âdetlerinden biri her yıl Şam'a ticaret maksatlı bir yolculuk ile Şam'a gitmekti. Çünkü ticaret kazanç elde etmenin başta gelen kaynağı idi. Ebu Talip de bu yolculuklarından birine çıkmaya karar verdi. Karar verirken Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanında götürmeyi düşünmemişti. Çünkü onun adına yolculuğun zorluklarından ve çölü aşmanın tehlikelerinden korkuyordu. Fakat yola çıkacağı sırada kararını değiştirdi. Çünkü yeğeninde kendisi ile beraber gitme yönünde büyük bir ısrar gördü. Amcasından ayrılacağı için yüzünü ekşitmiş ve gözlerinden yaş dökülmeye başlamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.a), amcası ile birlikte çıktığı bu yolculuk Şam'a yaptığı ilk yolculuktu. Hz. Peygamber bu yolculuk sırasında çöl boyunca yolculuk yapmanın nasıl bir şey olduğunu ve kervanların güzergâhlarını, hangi yollardan yolculuk yaptıklarını öğrendi.

Bu yolculuk sırasında ünlü rahip Buheyraahîra, Hz. Peygamber'i (s.a.a) görüp onunla buluştu. Rahip, Peygamber'de Hz. İsa (a.s) tarafından geleceği müjdelenen son peygamberin belirtilerini tespit etti. Zira bu rahip Tevrat'ın, İncil'in ve son peygamberin geleceğini müjdeleyen diğer kaynakların içeriklerinden haberdardı. Bu tespit üzerine Hz. Peygamber'i Mekke'ye geri götürmesini ve onu Yahudilerin suikastından korumasını Ebu Talib'e tavsiye etti. Ebu Talip de rahibin sözlerini dikkate alarak tam bir tedbir içerisinde yeğeni Muhammed'le (s.a.a) birlikte Mekke'ye döndü.

3- Koyun Çobanlığı

Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine selâm olsun), Hz. Peygamber'in (s.a.a) çocukluğunda koyun çobanlığı yaptığına dair bir bilgi bize ulaşmamıştır. Fakat İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadiste genel olarak bütün peygamberlerin bir süre çobanlık yaptıkları bildirilmekte ve bunun hikmeti açıklanmaktadır. Söz konusu hadiste şöyle deniyor: "Yüce Allah'ın gönderdiği hiçbir peygamber yok ki, onu koyun gütme ile görevlendirmemiş olsun. Bu yolla ona insanları idare etmeyi öğretiyor."

Peygamberlerin bir dönem çiftçilik ve çobanlık yapmaları konusunda İmam Sadık'ın (s.a) ayrıca şu sözleri de rivayet edilmiştir: "Peygamberlerin gökten gelen hiçbir şeyi hoşnutsuzlukla karşılamamaları için yüce Allah onların çiftçilik ve çobanlık yapmalarını yararlı görmüştür."

Başka bir rivayete göre ise İmam (a.s): "Resulullah (s.a.a), kesinlikle hiç kimsenin ücretli işçisi olmamıştır." buyurmuştur.

Bu rivayet, Hz. Peygamber'in ücret karşılığında Mekkelilerin koyunlarının çobanlığını yapmadığının kanıtıdır. Oysa bazı tarihçiler Sahih-i Buharî'de yer alan bir hadise dayanarak Hz. Peygamber'in (s.a.a) [ücret karşılığında] Mekkelilerin koyunlarının çobanlığını yaptığını ileri sürmüşlerdir.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) çocukluğunda veya gençliğinin başlarında koyun çobanlığı yaptığı kesinlik kazanırsa şayet, bunu İmam Sadık'tan (a.s) gelen hadiste belirtilen gerekçe ile açıklayabiliriz. İmam'ın belirttiği gerekçe, Hz. Peygamber'i yüce mertebeye çıkmasında etkili ve elverişli faaliyetlerle meşgul etmek sûretiyle Kur'ân'daki: "Sen kesinlikle yüce bir ahlâk üzeresin.”[2] nitelemesinde kastedilen yüce kemale hazırlamaktır. O yüce kemal mertebesi ki, sahibinin halkı gözetmesini, onları eğitmesini, onlara doğru yolu göstermesini ve kendilerini o yola yöneltmenin zorluklarına katlanmasını gerektiren ilâhî risaletin yükünü taşımaya hazırlanmasını sağlar.

4- Ficar Savaşları

Araplar arasında kan dökmenin yasak olduğu aylarla ilgili savaşma yasağının çiğnendiği birkaç savaş meydana geldi. Bu savaşlara Ficar Savaşları adı verildi.

Bazı tarihçilerin iddiasına göre Hz. Peygamber (s.a.a) bu savaşların bazılarında hazır bulundu ve o savaşlara şu veya bu şekilde katıldı. Fakat araştırmacı bir ilim adamı bu iddiayı şüphe ile karşılıyor ve şüphesini şu sebeplere bağlıyor:

1- Hz. Peygamber'in yaşı ilerledikçe kişiliğinin parlaklığı artıyordu. O diğer Haşimoğulları gibi üstün yiğitliği ile tanınmıştı. Fakat bütün bunlar onların zulüm, fesat ve iç karışıklık içeren bir savaşa katıldıkları anlamına gelmez. Nitekim rivayete göre Haşimoğulları'nın hiçbir mensubu bu savaşlara katılmadı. Ebu Talip, kabilesinden herhangi bir kimsenin bu savaşlarda yer almasını, "Bu savaşlar zulüm, saldırganlık, akrabalık bağlarını çiğnemek, haram ayı helâl saymaktır. Ben ve ailemin herhangi bir ferdi bu savaşlara katılmayacak." diyerek yasaklamıştır. Ayrıca Abdullah b. Cud'an ile o sırada Kureyş ve Kenane kabilelerinin önderi olan Harb b. Umeyye: "Haşimoğulları'nın katılmadığı bir işte biz de yokuz!" diyerek bu savaşlardan çekilmişlerdir.

2- Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu savaşlarla ilgili fonksiyonu hakkında farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre onun bu savaşlardaki rolü sadece amcalarına, karşı tarafa atılacak taşlar sağlamaktan, düşmanlarının attığı taşlara karşılık vermekten ve amcalarının kumanyalarına bekçilik etmekten ibaretti. Başka bir rivayette onun bu savaşlarda karşı tarafa birkaç ok attığı ileri sürülmüştür. Üçüncü bir rivayete göre Hz. Peygamber çocuk yaşta bir delikanlı olmasına rağmen meşhur okçu [veya yaşlılarla alay eden] Ebu'l-Bera'ı mızrakla attan yere düşürdü. Kaldı ki, Arapların genç bir delikanlının çatışmalara, savaşlara girmesine izin verip vermediklerini de bilmiyoruz.

5- Hilfu'l-Fudul (Erdemliler Paktı)

Kureyş kabilesi Ficar Savaşları'ndan sonra zayıflığının ve bünyesinde beliren görüş ayrılıklarının farkına vardı. Bunun sonucunda artık eskisi gibi güçlü ve saldırılmaz olarak algılanmadığı için Arapların saldırgan arzularının hedefi olmaktan korkmaya başladı. Bu düşünce ile Zübeyr b. Abdulmuttalip, Hilfu'l-Fudul adlı bir pakt oluşturma çağrısı yaptı. Bu çağrı üzerine Haşimoğulları, Zuhreoğulları, Temimoğulları ve Esedoğulları Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandı. Toplantıya katılanlar ellerini Zemzem Suyu'na daldırarak zulme uğrayanlara yardım edeceklerine, geçim sıkıntısı çekenlere el uzatacaklarına, kötülükten sakındıracaklarına dair anlaştılar. Bu anlaşma cahiliye döneminin en şerefli anlaşması idi. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmanın yapıldığı toplantıya katıldı. O sırada yirmi yaş civarında idi. Öyle ki, peygamber olduktan sonra bile bu anlaşmayı övdü ve onu şu sözlerle onayladığını belirtti: "İbn-i Cud'an'ın evinde katıldığım anlaşma benim için kırmızı develerden daha sevgili ve değerlidir. Eğer İslâm döneminde böyle bir anlaşma toplantısına çağrılsam, o çağrıyı kabul ederdim."

Bir görüşe göre bu anlaşmaya Hılfu'l-Fudul adının verilmesinin sebebi bu toplantıya katılanlar içindeki üç kişinin adlarının ("fudul" kelimesinin mastarı olan) "fadl" kökünden türemiş kelimeler olmasıdır. Rivayet edildiğine göre bu anlaşmanın yapılmasına şu olay sebep oldu: Zubeyd veya Benî Esed b. Huzeyme kabilesinden bir kişi zilkade ayında Mekke'ye bir ticaret malı getirdi. Bu malı ondan As b. Vail es-Sehmî satın aldı. Fakat aldığı malın bedelini adama ödemedi. Bunun üzerine adam, müşteriyi Kureyş kabilesine şikâyet ederek malının geri verilmesinin sağlanmasını istedi. Fakat Kureyşli müttefikler As b. Vail'e karşı Zubeyd kabilesine mensup olan mal sahibine yardım etmeye yanaşmadıkları gibi onu azarladılar. Zubeyd kabilesinden olan adam gördüğü bu kötü muamele üzerine Ebu Kubeys Dağı'na çıkarak yardım isteme çığlığı attı. Bu çığlığı işiten Zübeyr b. Abdulmuttalip harekete geçerek sözü edilen anlaşmanın yapılması yolunda çağrı yaptı ve böylece bu anlaşma yapıldı. Anlaşma yapıldıktan sonra toplantıya katılanlar hep birlikte As b. Vail'e giderek dava konusu ticaret malını geri alıp sahibine verdiler.

6- Hatice'nin Malları ile Ticaret

Hz. Peygamber'in (s.a.a) kişiliği Mekke toplumunda parlamaya başlamıştı. Çünkü sahip olduğu yüksek ahlâk, yüce ciddiyet ve gayret, güvenirlik ve doğru sözlülük gibi erdemleri herkesin dikkatini çekmişti. Dolayısıyla insanların kalbinde büyük bir sevgi ekseni durumuna, çekim merkezi olmaya başlamıştı. Kaldı ki o, temiz bir ailenin evlâdı idi. Fakat yoksulluk Ebu Talib'in yakasını bırakmıyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.a) de içinde yaşadığı bu ailenin sorumlusu sıfatı ile Ebu Talip, yirmi beş yaşına giren bu saygın yeğenine Hatice b. Huveylid'in mallarını ortak sıfatı ile satma girişiminde bulunmayı teklif etti. Ebu Talip, Hatice'ye koşarak bu meseleyi açınca kadın büyük bir sevinç içinde teklifi hemen kabul etti. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında olumlu bir izlenime sahipti. O nedenle de Hz. Peygamber'e, mallarının ticareti için yolculuk yapan diğer insanlara verdiğinin iki katını verdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Şam'a doğru yola çıktı. Yolculuğunda Hatice'nin kölesi Meysere yardımcısı idi. Güzel huyu ve ince duyguları sayesinde Meysere'nin sevgisini ve saygısını kazanmayı başardı. Ayrıca güvenirliği ve zekâsı sayesinde yaptığı alışverişten en büyük kârı elde etmeyi becerdi. Yine bu yolculuğu sırasında bazı çarpıcı kerametleri görüldü. Kervan Mekke'ye dönünce Meysere, gördüklerini ve işittiklerini Hatice'ye anlattı. Kölenin anlattıkları Hatice'nin Hz. Peygamber'e (s.a.a) daha fazla önem vermesini, ilgi duymasını sağladı ve onu Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlenmeye teşvik etti.

Bazı tarihçiler Hz. Hatice'nin Resulullah'ı mallarının ticaretini yapması için ücret karşılığında tuttuğunu ileri sürmüştür. Oysa Yakubî, en eski ve güvenilir kaynaklardan biri olan tarih kitabında inde bu konuda şöyle diyor: "Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'i (s.a.a) ücretle tuttuğu şeklindeki insanların sözlerinin aslı yoktur. O asla hiç kimsenin ücretlisi olarak çalışmadı."

Nitekim İmam Hasan Askerî'nin (s.a) verdiği bilgiye göre babası İmam Hadi (s.a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah, Huveylid kızı Hatice'nin kâr ortağı olarak ticaret amacı ile Şam'a giderdi."

EVLİLİKTEN PEYGAMBERLİĞE KADAR

1- Kutsal Evlilik

Hz. Peygamber (s.a.a) gibi kişiliği ile herkesten e karşı üstünlük kuran olan bir kişinin kendisine münasip, büyük amaçları ve değerleri ile uyum sağlayacak olan, kendisi ile beraber cihat yolculuğunu ve sıkıntılarla dolu çabasını sürdürecek, zorluklarına ve meşakkatlerine sabredecek bir kadın ile evlenmesi gerekirdi. O günlerde Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve sözünü ettiğimiz göreve uygun düşecek Hatice'den başka bir kadın yoktu. Bu birlikteliği yüce Allah'ın dilemesi sonucunda, Hz. Hatice'nin kalbi bütün duyguları ile Hz. Peygamber'e yöneldi ve onun yüce şahsına bağlandı. Hz. Hatice (r.a) Kureyş kabilesinin en şerefli, en zengin ve en güzel kadınlarından biri idi. Cahiliye döneminde "temiz hanım" ve "Kureyş'in hanımefendisi" gibi nitelemeler ile anılırdı. Kabilesinin bütün erkekleri onunla evlenmek için güçlü bir arzu içinde idiler.

Hz. Hatice'ye Kureyş kabilesinin önde gelen erkekleri talip oldu. Tekliflerini kabul etmesi için ona maddî vaatler sundular. Fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti. Çünkü meseleleri ölçüp tartan üstün bir akla sahipti. Fakat Hz. Peygamber'i (s.a.a) seçti. Çünkü onda asalet, üstün bir seçkinlik ve yüce ahlâk, erdemli meziyetler ve yüce değerlerin toplu olduğunu  gördü. Bu yüzden onun yücelik alanına girmeyi isteyerek ona eş olmak istedi.

Tarihî kaynakların ağırlıkla verdikleri bilgiye göre evlenme arzusunu ilk ortaya koyan taraf Hz. Hatice oldu. Bu arzu üzerine Ebu Talip, ailesini ve birkaç Kureyşliyi yanına alarak Hz. Hatice'yi o sırada velisi olan büyüğünden istemeye gitti. Bu veli, Hatice'nin amcası Amr b. Esed idi. Ağırlıkla kabul edilen görüşe göre bu olay Resulullah'ın (s.a.a) peygamber olmasından on beş yıl önce gerçekleşti.

Ebu Talip bu evlenme teklifi dolayısıyla yaptığı konuşmanın bir bölümünde şöyle dedi: "Şu Beytullah'ın Rabbine hamdolsun. O Rab ki, bizi İbrahim'in çocuklarından kıldı ve İsmail'in soyundan türetti ve bizi güvenli bir hareme yerleştirdi. Bizi insanlar üzerine hükümdar kıldı. Bize içinde yaşadığımız bu beldeyi bereketli ve kutsal yaptı… Görmüş olduğun bu kardeşimin oğlu, kendisi ile ölçüleceği her Kureyşli erkekten mutlaka daha değerli ve karşılaştırılacağı başka her erkekten mutlaka üstündür. Her ne kadar malı-mülkü az ise de ahlâk yönünden hiç kimse ona denk gelemez. Mal-mülk gelip geçici bir nasip, kaybolmaya mahkûm bir gölgedir. Bu yeğenimde Hatice'ye karşı bir arzu olduğu gibi, Hatice'nin de ona karşı bir arzusu vardır. Hatice'nin rızası ve emri ile onu senden istemeye geldik. Mihir malı, hemen verilecek olanı ile sonraya kalacak olanı dahil olmak üzere benim yükümlülüğümdedir... Şu Beytullah'a yemin ederim ki, bu yeğenimde büyük bir nasip, yaygın bir inanç ve olgun bir görüş vardır."

Fakat Hatice daha sonra belirlenen mihri kendi malından tazmin etti. Bazı kimselerin: "Ne acayip şey! Mihir erkeklerin kadınlara karşı bir yükümlülüğüdür." demeleri üzerine kızan Ebu Talip şöyle dedi: "Benim bu yeğenim gibi oldukları takdirde erkekler en yüklü paralar ve en büyük mihirlerle talip olunurlar. Ama eğer evlenecek erkekler sizin gibi olurlarsa ancak pahalı mihirlerle evlenebilirler."

Bazı kaynaklarda, Hz. Hatice'nin mihrinin Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi tarafından karşılandığı kaydedilir. Bu görüşü kabul etmenin bir sakıncası yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hatice'ye verilen mihri Ebu Talip aracılığı ile karşılaması mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.a) insanların kalplerinde ne kadar yüksek bir konumu olduğunu ve Haşimoğulları'nın ne kadar şerefli ve üstün bir derecenin sahibi olduklarını Ebu Talib'in evlenme teklifi sırasındaki konuşmasından anlamamız mümkündür.

Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'le (s.a.a) Evlenmeden Önceki Hayatı

Hz. Hatice, şeceresi çok eski tarihlere varan, güzel anıya, üstün ahlâka sahip ve Halil İbrahim'in (a.s) dini olan Hanif dine eğilimli bir aile ortamında doğdu. Babası Huveylid, Hacerü'l-Esved'i Yemen'e taşımak isteyen Yemen hükümdarına karşı çıktı. İnancını ve dinî sembolleri savunmakta kararlı bir kimse olduğu için hükümdarın çok sayıda destekleyicisinin olması onu yıldırmadı. Hz. Hatice'nin dedesi Esed b. Abduluzza, haksızlığa uğrayanları destekleme temeline dayanan Hılfu'l-Fudul Antlaşması'nın önde gelen katılımcılarındandı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.a) bu antlaşmanın önemini vurgulamış ve dayanağını oluşturan değerleri desteklemişti. Hz. Hatice'nin amcasının oğlu Vereka b. Nevfel ise, Hıristiyanlar ve Yahudilerle yakın ilişkiler kurmuş, onların kutsal kitaplarını incelemişti.

Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber (s.a.a) ile evlenmeden önceki hayatı hakkında tarihî kaynaklar bize güvenilir ve ayrıntılı bilgiler vermiyor. Bir rivayete göre Hz. Hatice Hz. Peygamber'den (s.a.a) önce iki evlilik yapmış Önceki eşleri Atik b. Âid el-Mahzumî ve Ebu Hale et-Temimî’dir. ve bu evliliklerden Atik b. Âid el-Mahzumî ve Ebu Hale et-Temimî adlarında iki  birkaç çocuğu olmuştu. Oysa başka kaynaklara göre o, Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlendiğinde bakire idi. Bu duruma göre Zeynep ve Rukiye Hz. Hatice'nin Hale adındaki kız kardeşinin kızları idi ve annelerinin ölümü üzerine teyzeleri Hz. Hatice tarafından evlât edinilmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) ile evlendiğinde Hz. Hatice'nin (r.a) kaç yaşında olduğu konusunda da tarihçiler arasında ihtilâf vardır. Bu rivayetlerin kimine göre Hz. Hatice o sırada yirmi beş, kimine göre yirmi sekiz, kimine göre otuz, kimine göre otuz beş ve kimine göre kırk yaşında idi.

2- Hacerü'l-Esved'in Yerine Konması

Kâbe'nin Araplar arasında saygın bir konumu vardı. Çünkü cahiliye döneminde ona özen gösteriyorlar, orayı düzenli bir şekilde ziyaret ediyorlardı. Hz. Peygamber'in peygamber olmasından beş yıl önce meydana gelen bir sel Kâbe'yi yıkmıştı. Bunun üzerine toplanan Kureyşliler Kâbe'yi genişleterek yeniden inşa etmeyi kararlaştırdılar ve bu karar üzerine Kureyş ve Mekke ileri gelenleri hemen işe başladılar. Fakat bina yükselip de Hacerü'l-Esved'in konulacağı yere sıra gelince, bu taşı kimin yerine koyacağı üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Her kabile bu şerefin sırf kendisinin olmasını istiyordu. Anlaşma olmayınca savaş hazırlığına giriştiler. Her kabile, yandaşı ve müttefiki olan kabile ile bir araya gelerek gruplaştılar. Bu arada Kâbe'nin inşası işini bir yana bıraktılar. Sonra mescide toplanarak meseleyi müzakere ettiler. Uzun müzakereler sonunda, o andan itibaren o toplantıya ilk gelen kimsenin aralarında hakem olmasına ortak karar verdiler ve o hakemin göstereceği çözüme uyacakları yolunda birbirlerine söz verdiler. Tam bu sırada Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) yanlarına ilk gelen olduğunu gördüklerinde: "Bu, (Muhammed) Emin'dir; onun vereceği karara razıyız." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) anlaşmazlığı çözmeye koyuldu. Bunun için Hacerü'l-Esved'i yere serdiği bir elbise üzerine koydu ve her kabilenin elbisenin bir ucundan tutmasını söyledi. Arkasından: "Şimdi hep birlikte taşı kaldırın." dedi. Kabile temsilcileri onun dediğini yapıp da taşı konacağı yerin hizasına kadar kaldırdıklarında, Hz. Peygamber kendi mübarek elleri ile taşı alıp onu konması gereken yere yerleştirdi. Arkasından kabileler çalışmaya devam ederek Kâbe'nin inşası işini tamamladılar.

Bazı tarihçilerin verdiği bilgiye göre Araplar cahiliye döneminde Hz. Peygamber'in (s.a.a) hakemliğine başvururlardı. Çünkü o karar verirken aldatmacadan ve karşısındakilerle tartışmaktan kesinlikle uzak dururdu.

Onun gösterdiği bu ciddî tutum, o kabilelerin vicdanlarında büyük bir etki bırakmış, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sosyal konumunu pekiştirmede büyük bir gözetleyici ve yeni bir boyut oluşturmuş, dikkatleri onun liderlik yeteneğine ve idarecilik maharetine çevirmişti. Böylece onun yüce bilgeliğine, üstün zekâsına ve benzersiz güvenirliğine duyulan güven yoğunluk kazanmıştı.

3- Hz. Ali'nin (a.s) Doğumu ve Hz. Peygamber (s.a.a) Tarafından Eğitilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a) ile Ebu Talip oğlu Hz. Ali (a.s) arasındaki ilişki yakın akrabalık bağı ile sınırlı değildir. Bu ilişki son derece derin fikrî ve duygusal bir ilişki olarak kendisini gösterir. Hz. Ali'nin annesi Fatıma bint-i Esed, Kâbe'nin içinde doğurduğu oğlunu kucağına alarak Kâbe'den çıktığında karşılaştığı ilk kişi Hz. Peygamber (s.a.a) oldu. Hz. Peygamber bu karşılama sırasında Hz. Ali'yi annesinin kucağından alarak bağrına bastı. Bu olay Peygamber'in ona yönelik ilgisinin ve ona dönük özel yetiştirme sürecinin başlangıcı idi.

Bu yeni doğan bebek, anne-babası ile amcasının oğlu olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) kucaklarında büyüdü. Hz. Peygamber O sık sık amcasının evine giderdi. Hz. Hatice (r.a) ile evlendikten sonra bile bu gidip gelmeler aynı sıklıkta devam etti. Hz. Peygamber ona, başka hiç kimseye göstermediği üstün bir duygu ve özen seli ile yaklaşıyordu. Uyanıkken ona okşayıcı sözler söyler, onu göğsünde taşır ve uyutmak için beşiğini sallardı. Uzun yıllar boyunca devam eden bu ilgi, herkesin dikkatini çeken bu büyük şefkat Hz. Ali'nin davranışlarında ve zihnî yapısında etkilerini göstermekten geri kalmadı. Hatta onun diline ve sözlerine bariz belirtilerle yansıdı. Nitekim Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a) ile arasındaki sıkı yakınlığı şöyle ifade ediyor:

"Resulullah'a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı. Yatağına alırdı. Vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür... Ben her an deve yavrusu nasıl annesinin ardından giderse onun ardından öyle giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu."

Kureyş kabilesi bir dönem şiddetli bir ekonomik sıkıntıya düşmüştü. Bu bunalım sırasında Hz. Peygamber (s.a.a) hemen amcaları Abbas'a ve Hamza'ya Ebu Talib'e bu sıkıntılı döneminde yardım ve destek olmalarını önerdi. Bu öneri üzerine Abbas Talib'i, Hamza Cafer'i yanına alırken, Ebu Talip Akil'in kendi yanında kalmasını istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) de yanına Ali'yi (a.s) aldı ve onlara şöyle dedi: "Ben yüce Allah'ın size vermeyip benim için sizin üzerinize seçtiği kişiyi, yani Ali'yi seçtim."

Böylece Hz. Ali (a.s), amcasının oğlu Muhammed'in (s.a.a) evine taşınarak onun gözetimine girdi. Kişiliği bu evde keskin hatlarıyla belirmeye başladı. Ömrünün son anlarına kadar da Peygamber'den hiç ayrılmadı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) verdiği önem ekonomik bunalım dönemi ile sınırlı kalmadı. Bu da bize Hz. Peygamber'in başka bir şeyi amaçladığını gösterir. Hz. Peygamber (s.a.a) onu kendi gözetiminde ü önünde eğiterek özel yükümlülükleri için bir şekilde hazırlamak istiyordu. Bu yetişmişlik sayesinde Hz. Ali (a.s) Son Peygamber'in şeriatını korumaya ilişkin büyük bir ilâhî fonksiyonu gerçekleştirme imkânını elde edecekti. O ilâhî fonksiyon ki, yüce Allah onun için yaratıklarının en hayırlısı ve kullarının en seçkinini görevlendirmişti.

İşte böylece yüce Allah, Hz. Ali'nin (a.s) çocukluğunun ilk döneminden itibaren Hz. Peygamber'in (s.a.a) kanatları altında yaşamasının ortamını hazırladı. Bu ortamda, o Hz. Peygamber'in sevgisinden, şefkatinden nasiplenecek, güzel ahlâkının ve yüksek meziyetlerinin örneklerini kişiliğine aktaracaktı. Hz. Peygamber (s.a.a) de ona sevdiği bir oğluymuş gibi davrandı... O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) etrafında cereyan eden bütün gaybî gelişmeleri onunla birlikte yaşadı. Çünkü gün boyu tüm hallerinde ondan hiç ayrılmıyordu.

O hazırlayıcı eğitim ki, Hz. Ali'yi (a.s) Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra siyasî merciiyete lâyık olmanın ötesinde fikrî ve ilmî merciiyete lâyık konuma getirmiştir.

4- Peygamberlikten Önceki Kişilik Özellikleri

Arap Yarımadası toplumunun bütün kesimlerinde toplumsal bağlara ilişkin gevşeme ve kopma belirtilerinin açıkça ortaya çıktığı bir dönemde Hz. Peygamber'in (s.a.a) adı bir yıldız gibi parladı. Bu toplumsal çöküşün tersine Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.a) kişiliği günden güne parlaklığını ve yüceliğini arttırıyordu.

Onun tutarlı ve sapmaz kişiliği, davranışlarının ve ahlâkî mükemmelliğinin bütün yönlerinde görülmeye başladı. Bunun yanı sıra bariz cömertliğinde ve soy temizliğinde somutlaşan ailevî asaletin şerefi ile donanmıştı. Bütün bunların üzerinde gaybî yardımın, onu her türlü günahtan ve kötülükten koruyan ilâhî doğrultma gücünün avantajını, desteğini de hesaba katmalıyız.

Hz. Ali (a.s), insanlar içinde Hz. Peygamber'e (s.a.a) en yakın, onu en iyi tanıyan kişi idi. Buna göre onun Peygamber hakkındaki sözü bu konudaki en doğru sözdür. O şöyle diyor: "O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterir, âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi."

 Rivayetlerde onun çocukluğundan beri putlardan ne kadar nefret ettiği vurgulanır. Nitekim amcası Ebu Talip ile birlikte yaptığı Şam yolculuğunun hikâyesinde onun putlara değer vermeyi reddettiğini görüyoruz.

Hz. Peygamber kendisi ve kişiliğinin inşası için maneviyat ve yüksek değerler açısından zengin ve kendine özgü bir hayat yöntemi seçti. Bunun sonucu olarak hayatının hiçbir döneminde ne bir kimseye yük olmadıdu ve ne çalışmaktan uzak durmadı. Henüz taze bir delikanlı iken ailesinin koyunlarına çobanlık yaptı ve gençliğinin baharında ticaret maksadı ile Şam'a yolculuk yaptı. Benzersiz kişiliğinin başka bir yanında mükemmel merhametinde, zayıflara ve fakirlere yönelik titiz ilgisinde somutlaşan insanî güzelliğini görürüz. Bu tarafının en çarpıcı örneği, Zeyd b. Harise’ye karşı tutumudur. Zeyd babasının yanına dönmeyi reddederek Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında yaşayacağı onurlu hayatı tercih etmiştir.

Böylece öğreniyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.a), peygamberliğinden önce zekî, erdemli, olgun bir kişi idi. Arap Yarımadası'nın cahiliye toplumunda insanî ve toplumsal ilişkilerin gerektirdiği en yüce dayanaklara sahip olarak Arap Yarımadası'nın cahiliye toplumunda gençlik yıllarını geçirdi. Örnek kişiliği ile o günün toplumlarında yaşayan kendisi dışındaki herkese karşı üstünlük sağladı. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim onun için şöyle tanıklık ediyor: "Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin."[3]

PEYGAMBERLİK VE ÖN BELİRTİLERİ

Kur'ân-ı Kerim'in nasları sağlam, dakik ve İslâm risaleti döneminin olayları ile birliktelik çağdaş özelliğine sahip nitelikteki en sağlam ve dakik bir eski tarihî kaynaktır. Bilimsel metodun gerektirdiğine göre de Hz. Peygamber'in (s.a.a), peygamber olarak görevlendirildiğinde ayetlerin inmeye başladığı ve vefat edinceye kadar inmeye devam ettiği döneminin olayları ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'in naslarını aşmamamız gerekir.

Çünkü hadis ve siyer kitaplarında yer alan tarihî rivayetlerin derlenip yazıya geçilmeleri, anlattıkları olayların meydana geldikleri tarihten daha sonra olduğunu, ayrıca bu rivayetlerin çarpıtılmaya ve tahrif edilmeye açık olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Hâl böyleyken bu faktörleri göz önüne aldığımız takdirde o rivayetleri Kur'ân'ın, sünnetin ve aklın kesin anlamlı açıklamalarına sunarak onlara uyanları alıp, ters düşenleri reddetmemiz, şüphesiz daha doğal ve daha mantıklı bir tutum olacaktır.

Gözden kaçırmamalıyız ki, peygamberlik bir rabbanî elçilik, bir ilâhî görevdir. İnsanlığı hayat boyunca gerekli hidayet/yönlendirme ile desteklemek amacı ile yüce Allah tarafından belirlenir. Yüce Allah bu göreve kulları arasından üstün niteliklere sahip kişiyi seçer. Öyle üstün nitelikler ki, o, seçilen kişiyi kendisinden istenen büyük görevi yerine getirmeye ve onu lâyık olduğu şekilde gerçekleştirmeye lâyık kılmaktadır.

O hâlde yüce Allah tarafından gönderilen elçinin, ilâhî risaleti ve onun hedeflerini tümü ile kavraması; algılama, insanlara iletme, açıklama, uygulama, savunma ve koruma düzeylerinde kendisinden istenen fonksiyonu yerine getirmeye muktedir olması gerekir. Sayılan bütün sorumluluk düzeyleri ise sürekli olarak gelişme çizgisi boyunca bilgi, basiret, marifet, nefis sağlığı, batın temizliği, sabır, doğruluk, yiğitlik, huy yumuşaklığı, Allah'a bağlılık, Allah'a kulluk, Allah korkusu, masumluk (rabbanî destek ve doğrultma) ister. Peygamberlerin sonuncusu olan Resul-i Ekrem (s.a.a), peygamberler zincirinden kopuk bir halka değildi. O onların en kâmili ve en büyüğü idi. Dolayısıyla o, onların kemal sıfatlarını en yüksek oranda bir araya getirendir. Allah da elçilik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir.

En büyük ilâhî göreve aday olan kişinin bu görevi üstlenmeden veya onu yerine getirmeye aday olmadan önce o görevi kabullenip uygulamaya tam anlamı ile hazır olması gerekir. Bu gereklilik tartışılmaz açıklıkta bir gerçek ve bu görevin eşyanın tabiatının gerektirdiği bir zorunluluktur. Buna göre son peygamber olan Hz. Peygamber'in, peygamber olmadan önce bu ilâhî sorumluluğu yüklenmenin istediği bütün birikimlere sahip olması, bu rabbanî fonksiyonu gerçekleştirmek için gereken bütün özelliklerle donanmış olması gerekir. Kur'ân-ı Kerim'in aşağıdaki ayetleri, işte bu gerçeği teyit ediyor. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Aziz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.”[4]

"Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik.”[5]

"Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona: 'Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.' diye vahyetmiş olmayalım.”[6]

"Onları, emrimiz uyarınca doğru yola ileten önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi.”[7]

O hâlde vahyin kaynağı yüce Allah'tır ve peygamberler de yüce Allah'ın kendilerine O’nu bir bilmelerinin, O'na kulluk etmelerinin kriterlerini vahyettiği, O'nun emri uyarınca doğru yola ileten önderler yaptığı kişilerdir. Bunların yanı sıra yüce Allah onlara şeriatın yararlı işler yapmak, namaz kılmak, zekât vermek gibi ayrıntılarını da vahyeder. Çünkü onlar kullukta ve yüce Allah'a gerçek anlamı ile teslim olmanın canlı örneği olmakta başkaları için öncüdürler.

Bu konuda yüce Allah'ın özellikle Hz. Peygamber'e yönelik direktifleri Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade ediliyor:

1- "Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'ân vahyettik.”[8]

2- "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din olarak yasallaştırdı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni doğru yola iletir... [9] İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitapların hepsine inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.”[10]

3- "Kitabı ve mizanı hak olarak indiren Allah'tır.”[11]

4- "Yoksa onlar (senin için); 'Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler?' Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah batılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilir.”[12]

5- "Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hikmet sahibidir. İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola ilettiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru yola iletmektesin.”[13]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber oluşundan vefatına kadar onunla aynı dönemde yaşayanlar Hz. Peygamber'in peygamber olmasından önce ve peygamber olduğu sıradaki hayatı hakkında bize sağlıklı ve net bir portre sunmamışlardır. Herhâlde bu konudaki en eski ve güvenilir belgeler Hz. Peygamber'in peygamberliği öncesinde onun yanından hiç ayrılmamış olan ve hayatı boyunca onunla hep birlikte olan amcası oğlu, vasisi ve kendi eliyle besleyip eğittiği Hz. Ali'den (a.s) gelen belgelerdir. Üstelik Hz. Ali'nin nakletmedeki güvenilirlik ve bu örnek şahsiyeti tanıtmadaki titizlik yönü de inkâr edilemez bir gerçektir. Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber'i (s.a.a) anlatırken onun peygamberlik öncesi dönemi hakkında şöyle diyor:

"O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterdi. Âlem ehlinin en güzel huylarını öğretirdi. Ben de her an devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı'na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu sadece ben görürdüm, başkası görmezdi."[14]

Bu belge yüce Allah'ın: "Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”[15]  ayeti ile uyuşuyor. Bu ayet peygamberlik döneminin başlarında indi. Bilindiği gibi ahlâk, ruhun derinliklerine kök salan nefsanî bir melekedir. Birkaç günde kazanılacak bir nitelik değildir. Buna göre Hz. Peygamber'in yüce ahlâk sahibi olmakla nitelenmesi, onun bu sıfatı peygamber olmadan önce taşıdığını ortaya koyar.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamberlikten önceki kişiliğinin bazı göstergeleri onun torunlarından İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şu ifadelerinden açıkça anlaşılır: "Aziz ve celil olan Allah, Peygamberi'ni edeplendirdi ve bu edeplendirmeyi en güzel şekilde yaptı. Onun edeplendirmesini kemale erdirince: 'Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin!' dedi. Sonra kullarını yönetsin diye ona din ve ümmet işini teslim etti."[16]

Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce ahlâk tanımlaması, Hz. Peygamber'den (s.a.a) gelen: "Ben ahlâkî erdemleri tamama erdirmek üzere peygamber olarak gönderildim." şeklindeki hadisin kastettiği erdemlerin bütününü içerir. Eğer Hz. Peygamber'in kendisi henüz ahlâkî erdemleri kişiliğinde taşımasaydı, bu erdemleri tamama erdirmesi ondan nasıl beklenebilirdi? O hâlde Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber olmadan önce bütün erdemlere sahip olduğunu söylemek gerekir. Çünkü ancak o takdirde yüce ahlâk sahibi olmakla nitelendirilmesi doğru ve mantıklı bir niteleme olabilir.

Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.a) peygamber olmadan önce dengeli, ölçülü, bilinçli, mütekâmil, ahlâkî erdemleri bütünü ile içeren, yüce sıfatları ve övülmüş fiilleri bir arada bulunduran bir kişiliğin örneği idi.

İlâhî vahyin görüntülerine ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu vahyi nasıl algıladığına işaret eden ayetler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sergilediği güveni, sebatı ve yüce kalbinin algılamış olduğu ilâhî emirlere ve yasaklara tam anlamı ile olumlu karşılık verişini tereddüt kabul etmeyecek bir kesinlikte açıklarlar. Bunu anlamak için Şûrâ Suresi'nin yukarıda sunduğumuz ayetleri üzerinde tekrar düşündükten sonra bu konudaki diğer ayetleri ve bu arada aşağıdaki ayetleri okuyup irdelemek yeterlidir:

1- "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı. O arzusuna göre konuşmaz. Söyledikleri vahyedilenden başkası değildir. Bu vahyi, güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruladı. Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derkendaha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”[17]

2- "De ki: Ben, Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum.”[18]

 3- "De ki: Ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Yalnız bana... vahyolunuyor.”[19]

4- "De ki: Ben, sadece vahiy ile sizi uyarıyorum.”[20]

5- "De ki: Bana sadece, sizin ilâhınızın ancak bir tek Allah olduğu vahyedildi.”[21]

6- "Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı (okumakta) acele etme ve 'Rabbim, benim ilmimi artır.' de!”[22]

7- "De ki: Eğer doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur'ân) sayesindedir.”[23]

8- "De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar bir basiret üzereyiz.”[24]


 

MekkeDönemi

1- İlk İman Hücresini Oluşturmak

Peygamberlik Hz. Peygamber’e inen ilk ayetler ile vahyi ile ilk karşılaşıldıktan sonra Kur'ân ayetlerinin inişi Kur'ân ayetlerinin iniş süreci yavaş yavaş çıkışa geçti. Öyle görülüyor ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Muzzemmil Suresi'nin ilk ayetlerinin inmesinden sonra İslâmî risaleti yayma ve bir İslâm toplumu oluşturma yolunda aşağıdaki adımları atmaya hazırlanmaya girişti. Bu adımlara paralel olarak çok sayıdaki güçlüğü ve beklenen sıkıntıyı göğüslemek için de hazırlık yapmak, plan adımlarını ve işi hususundaki üslûbunu sağlamlaştırmak durumunda idi.

Risaleti doğrultusunda attığı ilk adım ev halkını, ailesini yeni dine çağırmak oldu. Eşi Hz. Hatice'nin (r.a) ona inanması doğaldı. Çünkü Hatice uzun bir ömrü onunla paylaşmış, onda zirve derecesine varmış bir ahlâk yüceliği, bir ruh temizliği ve gök âlemi ile ilişki bulmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a), göğsünde asla putlara tapmanın kirletmediği temiz bir kalp taşıyan amcası oğlu ve himayesinde yetişip büyüyen Hz. Ali'yi (a.s) yeni dine çağırmada zorluğa katlanmadı. O hemen Peygamber'e inandı ve kavminin ilk Müslüman olanı oldu.[1]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) seçmesi isabetli ve uygun bir tercihti. Çünkü Hz. Ali (a.s) itaate, boyun eğmeye ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) yardım edene ve destekleyene çok ihtiyaç duyduğu zaman güce ve öne atılmaya yatkın güçlü bir karaktere sahipti. Hz. Ali (a.s) İslâmî davetin ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu misyonun tebliğ sürecinde peygamberliğin güçlü bileği, gören gözü ve bu dinin sözcülüğünü yapan çağrı dili oldu.

Buna göre ilk iman eden kişi, Hira Dağı'ndaki yalnızlık dönemlerinde Peygamber'e (s.a.a) arkadaşlık eden Hz. Ali (a.s) idi. Onun arkasından Hz. Hatice geliyordu. Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a.a) gibi tevhit ilkesini kabul edip şirk ve sapıklık güçlerine karşı çıkmalarının arkasından Peygamber'le (s.a.a) birlikte namaz kılan ilk kişiler oldular.[2] Bir süre sonra bunlara Zeyd b. Harise katıldı. Bunlar hayrı çok olan topluluğu ve İslâm toplumuna kaynak olan ilk hayırlı çekirdeği oluşturmuşlardı.

2- Mekke Döneminin Aşamaları

İlk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için Hz. Peygamber'in denetiminde gerçekleşen İslâm misyonunun tebliğ süreci Hz. Peygamber'in elleri ile ilk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için en az üç aşamadan geçti. Bu aşamalar şöyle sıralanabilir:

a- İslâm misyonunun ilk üssünü hazırlama aşaması. Bazı İslâm tarihçileri bu dönemi gizlilik veya özel çağrı aşaması olarak adlandırırlar.

b- Yakın akrabalara yönelik sınırlı çağrı ve putperestlikle sınırlı mücadele aşaması.

c- Yaygın mücadele aşaması.

3- İlk Üssün Hazırlanması Aşaması

Müddessir Suresi'nin başında belirtildiği gibi yüce Allah'tan ayağa kalkıp uyarma emrini aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm'a çağırma önderi olarak harekete geçti ve toplumun doğru yola yönlendirilmesi sürecinde ışık kaynağı ve meşale olacak bir iman kitlesi oluşturmak amacıyla elinden gelen çabayı gösterdi. Gaybî yardımla desteklenen, hata ve ayak kaymalarından korunan bu çalışma, üç yıl kadar devam etti. İslâmî hareketin bu aşaması tehlikeler ile zorluklarla çevrili idi; ama özenli ve yüksek düzeyli idi.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrının bu aşamasında uyguladığı yöntemlerden biri bağlılarının seçimini kabile, coğrafî yer ve yaş bakımından çeşitlendirmekti. Böylece ilâhî risaletin yaygın karakterini gözler önüne sermeyi ve toplumun mümkün olan en uç noktasına kadar çağrısının yayılmasını garanti etmek istiyordu. Peygamberliğin başlangıcında çağrısına toplumun mustazaf/zayıf bırakılmış unsurları ile yoksul insanlar olumlu karşılık verdi. Çünkü İslâm misyonu gelişmeye, onurlu hayata ve güvene yönelik bir hareket idi. Zayıfların ve yoksulların yanı sıra eşraf arasındaki temiz vicdanlılar, açık akıllılar ve temiz davranış isteklileri de bu çağrıya olumlu karşılık veriyorlardı.

Kureyş kabilesinin zorba şefleri bu ilâhî misyonun önemini ve kendilerine yönelik tehlikesini hissetmediler. Bu işin birtakım öteden beri görülen, eskimiş kehanetleri ve köhnemiş düşünceleri aşmayacağını sandılar. Bu hafife alma yaklaşımın sonucu olarak, bu çağrıya karşı şiddetli bir mücadeleye girişip ona beşiğinde son vermeyi düşünmediler.

Bu kısa süre zarfında Hz. Peygamber (s.a.a) çağrısına inananlardan aktif unsurlar oluşturmayı başardı. Bu unsurlar çağrının değerlerini insanlara aktarmak üzere üzerlerinde taşıyorlardı. Bunlar İslâmlarına son derece düşkün ve imanları son derece kesin kimselerdi. Bu nitelikleri ile atalarının benimsedikleri şirk ve sapık ahlâk gibi gelenekleri şiddetle reddediyorlardı. Bu yaklaşımlarının sonucu olarak ilâhî misyonu açığa vurmanın sonuçlarına katlanma yatkınlıkları artmıştı.

Rivayete göre Hz. Peygamber ve sahabîleri bu dönemde ikindi namazının vakti geldiği zaman kenar mahallelere dağılırlar ve birer veya ikişer kişi hâlinde namaz kılarlardı. Günlerden bir gün iki Müslüman, erkek Mekke'nin bir kenar mahallesinde namaz kılarken yanlarına müşriklerden iki kaba tavırlı adam geldi. Bu kaba adamlar, Müslümanları yadırgadılar ve ibadetleri yüzünden onları ayıpladılar. Sonunda kavgaya tutuştular ve arkasından orayı terk ettiler.

Anlaşılan, bu türden müşriklerle karşılaşma olayları tekerrür etti.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) rahatça ibadet yapabilmek ve Kureyşlilerin gözlerinden uzak bir şekilde kendisi ile düzenli ilişki kurulabilmesini sağlamak için bazı gizli evlerden yararlanmaya yöneldi. Erkam b. Ebu Erkam'ın evi o sıralarda Müslümanlar için en yararlı sığınak oldu.

4- İlk Karşılaşma ve Akrabaları Uyarma Dönemi

İslâm'ın haberinin Arap Yarımadası'nın her tarafına yayıldığı ve iman eden grubun mücadeleye girişecek bir moral yüksekliğine eriştiği zaman gelince, genel ilân aşamasına geçilmesi gerekmişti. Bu aşamanın ilk adımı, kabile bağlılığının egemen olduğu bu toplumda yakın akrabaları uyarmaktı. Bütün insanları uyarmadan önce onları uyarmanın önceliği vardı. Nitekim yüce Allah'tan: "(Önce) en yakın akrabanı uyar." emri gelmişti.[3] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) en yakın akrabalarını bir toplantıya çağırarak onlara peygamberlik görevini, bu misyonun amacını ve geleceğini açıkladı. Yakın akrabalar arasında kendilerinden hayır umulan ve iman etmesi ümit edilen kimseler vardı. Karşıtlığını ve isteksizliğini açıkça ilân ederek baş kaldıran bir Ebu Lehep oldu ise de, Hz. Peygamber'i (s.a.a) desteklemeyi ve risaletini korumayı kabul eden bir Ebu Talip (s.a) de oldu.

Rivayet edildiğine göre yakın akrabaları uyarma direktifini içeren ayet inince, Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye yemekli bir toplantı hazırlamasını emretti ve aşiretini toplantıya çağırdı. Çağrılanlar kırk kişi idi. Hz. Peygamber (s.a.a) konuşmaya başlayacağı sırada Ebu Lehep lakabı ile tanınan amcası Abduluzza sözünü kesti, tebliğe ve uyarmaya devam etmekten kaçınmasını istedi. Böylece Hz. Peygamber'in bu toplantıyı düzenlemekteki amacını gerçekleştirmesini engelledi ve toplantıyı dağıldı terk etti. Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye verdiği emri ve aşiretine yönelik toplantı çağrısını yineledi. Yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) hemen söze başlayarak şu konuşmayı yaptı:

"Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah'a yemin ederim ki, ben Arap gençleri arasında benim size getirdiğim bu mesajdan daha hayırlısını getiren birini bilmiyorum. Ben size dünyanın ve ahiretin hayrını getirdim. Yüce Allah bana sizleri O'na çağırmamı emretti. Aranızdan hanginiz bu konuda bana iman edecek ve beni destekleyecek? O her olursa kimse o benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olacaktır."

Hepsi sustu, Hz. Ali hariç. O hemen ayağa fırladı ve: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gönderdiği mesaj konusunda ben senin vezirin, destekleyicin olurum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona oturmasını emretti ve çağrısını tekrarladı. Yine Hz. Ali'den başka ona cevap veren olmadı. Hz. Ali, onun çağrısını bir kere daha olumlu karşılayarak desteğini ve yardım vaadini ilân etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) toplantıda bulunan akrabalarına dönerek şöyle dedi: "Bu, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Sözünü dinleyin ve ona itaat edin." Hz. Peygamber böyle deyince toplantıya katılanlar hemen ayağa kalkarak toplantı yerini terk ettiler. Dağılırken Ebu Talib'e: "Yeğenin sana oğlunun sözünü dinleyip ona itaat etmeni emretti." diyerek onu alaya aldılar.[4]

5- Yaygın Mücadele Dönemi

Bir önceki aşamada Hz. Peygamber'in (s.a.a) ihtiyatlı davranmasına, müşrik ve putperest güçlerle kendisinin ve herhangi bir Müslümanın doğrudan karşı karşıya gelmesinden kaçınmasına rağmen bu aşama sırasında kendisine ve diğer Müslümanlara yönelik kırıcı eleştirilere ve hakaretlere maruz kalıyordu.

Haşimoğulları'na yapılan yeni dine girmeleri ile ilgili çağrı, Arap kabileleri üzerinde derin bir etki meydana getirmiş, geniş çaplı tartışmalara yol açmıştı. Hz. Peygamber'in ilân ettiği ve bazılarının iman ettiği peygamberlik hareketinin doğruluğunu ve ciddiyetini iyice anlamışlardı.

Çağrının başlangıcından itibaren üç -veya beş- yıl geçince ilâhî risaleti açıkça ilân etmesi ve genel uyarı kampanyası başlatması yolunda Hz. Peygamber'e ilâhî bir emir geldi. Böylece mesele gözlerden uzak şekilde gerçekleştirilen ferdî ilişki biçiminden çıkacak ve Hz. Peygamber herkesi İslâm risaletine ve tek Allah'a iman etmeye çağıracaktı. Yüce Allah bu direktifi içeren ayetinde Hz. Peygamber'e (s.a.a), hakaret edenlere ve inatçılara yönelik mücadelesi sırasında atacağı adımlarını destekleyeceğini  doğru yolda attıracağını vaat ediyordu. İnen ayetlerde şöyle buyuruluyordu: "O hâlde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme! Şüphesiz, alay edenlere karşı biz sanayeteriz."[5]

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) mutlak bir güven ve köklü bir azim içinde bütün şer ve şirk güçlerine meydan okuyarak Allah'ın emrini haykırmak için harekete geçti. Safa tepesine çıkarak her tarafa yaptığı yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere seslendi. Hepsi etrafında toplandı. Arkasından onlara dedi ki: "Eğer size: 'Bu sabah veya akşam düşman size saldıracak.' deseydim bana inanır mıydınız?" Kureyşliler bu soruya: "Evet." cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: "Öyleyse (bilin ki) ben, sizleri önünüzde bekleyen şiddetli bir azap konusunda uyaran biriyim." deyince Ebu Cehil leheb hemen ayağa fırlayarak Hz. Peygamber'e: "Bugünün geri kalan bölümü sana hüsranlı bir gün olsun, bunun için mi topladın bizi?" karşılığını verdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da."diye başlayan Leheb Suresi'ni indirdi.

Hz. Peygamber'in bu haykırışı, Kureyşlileri ürküten bir uyarı idi. Çünkü bütün inançlarına yönelik bir tehdit ve Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı çıkmalarının akıbetine dönük bir uyarı ve sakındırma niteliği taşıyordu... Böylece bu yeni dinin mahiyeti Mekkeliler için, hatta Yarımada'nın her tarafı için açıklık kazanmış oldu. Çünkü yeni bir devrimin insanlığın hayat akışına gireceğini ve kaçınılmaz olarak değerlerin, kültürün, ölçülerin, sosyal konumların düzeyini gök kaynaklı kriterler uyarınca yükselteceğini ve kötülüklerin kökünü kurutacağını anladılar. Bu yüzden şirkin ve azgınlığın önderleri ile bu yeni din arasında kopan çatışma, bir uzlaşma noktasında noktalanması mümkün olmayan gerçek bir çatışma oldu.

Bu dönem zarfında Arap olan ve olmayan epeyce sayıda kişi İslâm'a girdi. Bunların toplamı kırk kişiye ulaştı. Kureyş kabilesi bu genç devrimin belini kıramadı. Çünkü bu yeni dinin müminleri değişik kabilelere mensuptular. Bundan dolayı Kureyşliler ilk başta barışçı yöntemlerle bu dinin önünü kesmeyi denemek istediler. Fakat Ebu Talip onların bu teklifini güzel bir şekilde reddetti. Ret cevabını alan Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanından ayrılıp gittiler.

 

Hasimoğulları’nın Hz. Peygambere (s.a.a) Karşı Tutumu

Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i ve Risaleti Savunması

Hz. Peygamber (s.a.a) hiç duraksamadan İslâm risaletini yaymaya devam etti. Duraksamak şöyle dursun, temposunu artırdı, çalışmalarını çoğalttı. Onunla birlikte kendisine bağlı müminlerin çalışmaları da arttı. Bu gayretlerin sonucu olarak yeni dinin, insanların gözündeki cazibesi de arttı. Bunu gören Kureyşlilerin öfkesi kabarmaya başladı. Bu yeni akımı, yani İslâm'ı durdurmanın, hatta ona son vermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Gayretlerini Ebu Talip üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürdüler. Bu uğurda ellerindeki bütün kozları kullandılar. Kimi zaman Hz. Peygamber'i çağrısından vazgeçmeye, dininden dönmeye ikna etmesini istediler. Kimi zaman da tehdit ve korkutma silâhına başvurdular ve şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, sen bizim büyüğümüzsün, nazarımızda bize göre şerefli ve itibarlı birisin. Senden, amcanın oğlunun bize karşı yaptıklarına engel olmanı istedik. Fakat onun yaptıklarına engel olmadın. Vallahi biz bu yaptıklarına artık sabredemeyiz. Atalarımıza hakaret ediyor, ideallerimizi hayallerimizi aptallıkla damgalıyor, ilâhlarımızı kötülüyor. Ya onu başımızdan savarsın veya onunla ve seninle iki taraftan biri öbürünü yok edinceye kadar sürecek bir çatışmaya gireriz."

Bu şartlar altında Haşimoğulları'nın önderi olan Ebu Talip, Kureyş kabilesinin kesin kararını ve amcasının oğlu ile genç risaletini yok etmek için her yola başvurmaktan çekinmeyeceklerini anlayınca, ikinci defa ortamı yumuşatmayı ve Kureyşlilerin öfkesini dindirmeyi denedi. Bu amaçla amcasının oğlu ile birlikte bu gerginliği giderecek bir tutum arayışına girdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun, yüce Allah'ın emirlerini uygulamak için İslâm risaletini tebliğ etmeyi sürdürmekte ısrarlı olduğunu dile getirerek şöyle dedi: "Amca, bu adamlar bu davadan vazgeçmem için sağ elime güneşi ve sol elime ayı bile koysalar bu işten vazgeçmem. Ya bu davayı Allah zafere ulaştıracak veya ben onun uğrunda yok olacağım." Bu sözlerin sonunda Hz. Peygamber'in mübarek gözleri doldu ve gözlerinden yaş akmaya başladı. Arkasından da gitmek üzere ayağa kalktı. Amcasının oğlunun davasının doğru olduğunu bilen ve ona inanmış olan Ebu Talip bu manzaradan çok etkilendi ve şöyle dedi: "Git, ey amcam oğlu, istediğini söyle. Vallahi seni asla hiçbir şey için teslim etmem."

Kureyşliler azgınlıklarından hiç geri durmuyorlardı. Bir defa daha Ebu Talib'e koştular. Maksat vaatlerle onu Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü bırakmak için ayartmaktı. Ona amcasının oğlunun kendilerine teslim edilmesi karşılığında Mekke delikanlılarının en yakışıklısını vermeyi teklif ettiler. Şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, bu Ammare b. Velid adındaki delikanlıdır. Kureyş kabilesi içinde en göze batan, en yakışıklı genç olarak tanınıyor. Onun aklı da, desteği de sana ait olsun. Onu evlât olarak al, senin olsun. Karşılığında bize şu amcanın oğlunu teslim et. O ki, kavminin birliğini parçaladı ve onların ideallerini hayallerini aptallıkla damgaladı. Onu bize ver de öldürelim. Bu teklifimiz bir adama karşılık bir adam vermektir."

Ebu Talip bu zalim pazarlığı tiksinerek reddetti. Onlara şöyle dedi: "Vallahi, bana çok kötü bir pazarlık teklif ediyorsunuz. Bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Karşılığında ben size oğlumu vereceğim ve siz onu öldüreceksiniz. Vallahi, bu asla olmayacak bir iştir!" Bunun üzerine Mut'im b. Adiy b. Nevfel: "Ey Ebu Talip, kavmin sana insaflı bir teklif yaptı. Fakat senin onlardan gelecek hiçbir teklifi kabul etmek istemediğini görüyorum." dedi. Ebu Talip ona şu cevabı verdi: "Vallahi bana yaptıkları teklif insaflı bir teklif değildir. Fakat sen beni [Peygamber'i] yüzüstü bırakmam ile o grubu desteklemeyi kavmimin bana karşı birleşmelerini kararlaştırmışsın. Ne istiyorsan onu yap."

Kureyşliler bu teklifleri dolayısıyla anladılar ki, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü ve yalnız bırakmaya razı edilmesinin yolu yoktur. Bu arada Ebu Talip kardeşinin güvenliğini teminat altına almak ve ilâhî risaleti yaymaya devam etmesini sağlamak için hemen koruma amaçlı tedbirler aldı. Çünkü Kureyşlilerin onun hakkında kötülük düşündüklerini gördü. Bu maksatla Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik tehlikeleri önlemek, onu korumak ve arkasında durmak için Haşimoğulları ile Abdulmuttalipoğulları'na çağrı yaptı. Onlar da Ebu Leheb dışında bu çağrıya olumlu karşılık verdiler. Ebu Talip Haşimoğulları'nın konumunu yüceltti, onları cesaretlendirdi ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumaya devam etmeleri hususunda onlara azim aşıladı.

 

Kureyş Kabilesinin Hz. Peygamber'e ve Risalete Karşı Tutumu

İlâhî risalet hareketinin ilk dört senesi zarfında, tevhit ilkesinin ve ona yönelik çağrının yüceliğini, belâgat yönünden mucizeliği, uyarıyı ve tevhit ilkesi karşıtlarına yönelik uyarı ve tehditleri içeren çok sayıda Kur'ân ayeti indi. Bu ayetler dilden dile dolaştı, müminlerin kalpleri bunları topladı, bu ayetler onları işitmek ve kavramak amacıyla uzaktan yakından gelenler için cazibe odağı oluşturdu.

Belâgatın insanlar üzerindeki etkisi çok büyük olduğu için çeşitli yollardan Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketini durdurmaya girişen Kureyşliler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) insan toplulukları ile ilişkiye geçip onlara çağrısını sunmasını engellemek istediler. Bu maksatla Mekke'ye gelenlerin Kur'ân'ın inen ayetlerini işitmelerini önleme gayretine başvurdular. Bütün bunlar, o güne kadar denedikleri Hz. Peygamber'i (s.a.a) mülk, saltanat, yüklü mallar, şeref ve şeflik vaatleri ile yolundan döndürme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra uygulamaya konulan plânlardı. Bunlara ek olarak Mekke'ye gelenleri Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısının doğruluğu konusunda şüpheye düşürmeyi devreye soktular. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (s.a.a) başına gelen hâlin aslında bir hastalık durumu olduğunu ve onu tedavi etmeye çalıştıklarını ileri sürdüler. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayrı, şerefi ve kurtuluşu bütünü ile içeren şöyle bir karşılık verdi: "Bir cümle var. Eğer onu söylerseniz, onun sayesinde bütün Araplar size bağlılık sunar ve yine onun sayesinde bütün acemler (Arap olmayanlar) size cizye öder..." Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu sözü üzerine heyecana kapıldılar ve bu teklifin son çözüme götüreceği hesabı ile: "Baban hakkı için, on kere evet." karşılığını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.a), "Söyleyeceğiniz cümle, lâ ilâhe illallah'tır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu karşılığı onlar için güçlü bir sürpriz oldu. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Fakat burun kıvırarak ayağa kalktılar ve dağılırken birbirlerine şöyle dediler: "Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şeydir

Bunun üzerine Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve günden güne sayıları artmakta ve Hz. Peygamber'in çağrısı kalplerinde derinlik kazanmakta olan bağlılarına hakaret etmeye, onlar ile alay etmeye başvurdular. Bu tür davranışlardan biri Ebu Leheb ile eşi Ümmü Cemil'in, komşuları olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) evinin kapısı önüne diken atmaları idi. Ayrıca Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e (s.a.a) sataşmaya, onu çirkin sözler ile rahatsız etmeye başladı. Fakat yüce Allah sürekli zalimleri gözetlemede idi. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza, bu yapılanları öğrenince kalabalık bir Kureyşli topluluk önünde Ebu Cehil'in hakaretlerine karşılık vererek Müslümanlığı kabul ettiğini ilân etti. Bunun yanı sıra kendisine karşılık vermeleri veya Allah'ın Resulü'ne (s.a.a) ikinci bir sefer sataşmaları ile ilgili olarak Kureyş topluluğuna meydan okudu.

 

Küfür Dünyası Aklın Sesine Uymaya Yanaşmıyor

Kureyşliler, beceri ve zekâları ile Hz. Peygamber'i ilâhî risaletinden vazgeçirebileceklerini sanıyorlardı. Ama diğer taraftan da insanların onun kutsal çağrısına olumlu karşılık verdiklerini açıkça görüyorlardı. Bu yüzden Utbe b. Rabia, Kureyş ileri gelenlerinin düzenledikleri bir toplantıda, Hz. Peygamber'e (s.a.a) gidip kendisi ile bu çağrısından ne zaman vazgeçeceği konusunu konuşmaya gitti. O sırada Hz. Peygamber tek başına mescitte oturuyordu. Utbe söze başlayarak Peygamber'i (s.a.a) övdü, Kureyş kabilesi içinde itibarlı bir konuma sahip olduğunu söyledi. Arkasından ona sunmayı düşündüğü vaatlerini ve önerilerini sıraladı. Hz. Peygamber (s.a.a) de onu sessizce dinliyordu. Dedikleri şunlardı:

"Ey kardeşimin oğlu, eğer bu getirdiğin din aracılığı ile istediğin mal ise, senin için mallarımızdan toplarız. Böylece aramızda en çok malı olan kişi olursun. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin şan, şeref ise seni kendimize efendi yaparız. Böylece sensiz hiçbir konuda kesin karar vermeyiz. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin egemenlik ise seni başımıza hükümdar yaparız. Yok, eğer sana gelen gözlerinin önüne dikilen bir cin ise ve sen de onu kendinden uzaklaştıramıyorsan, senin için tıbbî tedavi ararız ve bu hastalıktan kurtulmanı sağlamak için mallarımızı harcarız..."

Utbe konuşmasını tamamlayınca Hz. Peygamber (s.a.a): "Ey Ebu Velid, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu. Utbe'nin: "Evet." cevabını vermesi üzerine: "Şimdi beni dinle." dedikten sonra şu ayetleri okumaya başladı: "Hâ, Mîm. (Kur'ân) rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir topluluk için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. (Bu kitap) müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır…"[6]

Hz. Peygamber okumaya devam etti. Onu dinleyen Utbe, işittikleri karşısında donakaldı. Yorgunluktan nefes alarak ellerini arkasına atıp onlara dayandı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu suredeki secde ayetine i okuyunca varıp secdeye kapandı ve secdeden sonra: "Ey Ebu Velid!" dedi, "İşiteceğini işittin, seni o işittiklerinle baş başa bırakıyorum."

Utbe, Hz. Peygamber'e verecek bir cevap bulamadı. Ayağa kalktı ve kavminin yanına döndü. Bir yere oturduktan sonra şunları söyledi: "Vallahi, ben benzerini asla işitmediğim sözler işittim. Vallahi, bu sözler ne şiir, ne büyü ve ne de kehanet idi. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bunu benim için yapın. Bu adamı tuttuğu yolla baş başa bırakın, kendisi ile tuttuğu yol arasına girmeyin, onu kendi hâline bırakın."

Fakat ölü kalpler için bu teklife olumlu karşılık vermek nerede? Utbe'ye: "Ey Ebu Velid, Allah'a ant olsun ki, Muhammed seni dili ile büyüledi." karşılığını verdiler. Bu karşılığı alan Utbe onlara: "Bu, benim onunla ilgili görüşümdür. Siz neyi uygun görüyorsanız öyle yapın." cevabını verdi.

 

Büyücülük İthamı

Kureyş kabilesi, İslâmî risalete yönelik mücadelesinde söz birliği hâlinde olmayı, her kafadan bir ses çıkmamasını ve itibarını kaybetmemeyi istiyordu. Bunun yanı sıra yaklaşan hac mevsimi sırasında bu risaletin insanların kalplerine sirayet etmesini durdurma gayesinde idi. Bunun için putperest konumunu korumayı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) rolünü ve itibarını zayıflatmayı açıkça ortaya koyacak bir yöntem edinme peşine düştü. Bu maksatla toplu hâlde Velid b. Muğire'ye gittiler. Çünkü Velid, ileri yaşta ve geniş bilgiye sahip ileri yaşta bir kişi idi. Maksatları, yürütecekleri mücadelenin yöntemi üzerinde ortak bir karara varmaktı. Fakat ileri sürdükleri görüşler birbirlerinden farklı idi. Kimisi Hz. Peygamber'in kâhin, kimisi deli, kimisi şair, kimisi kuruntuların tutsağı olan bir hasta ve kimisi de büyücü olduğunun iddia edilmesini öneriyordu. Sonra sözü Velid'e verdiler. O da şöyle dedi: "Vallahi, Muhammed'in sözünde tat vardır. Kökü bereketli ve dalları meyve yüklüdür. Bu konuda her ne söylerseniz, asılsız olduğu ortaya çıkacaktır. Bu husustaki en akla yakın söz: 'Bu adam bir büyücüdür, aslında büyüden ibaret olan birtakım sözler ortaya koydu; bu sözler kişi ile babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile eşinin arasını açıyor.' demenizdir." Velid'in bu konuşması bitince Kureyşliler halk arasına sızarak kirli söylentilerini yaymak üzere dağıldılar.

 

İşkence, Müminleri Sindirmenin Yolu

Kâfir ve müşrik güçler tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldıkları gibi Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve hak taraftarlarını İslâmî risaleti yaymaya devam etmekten alıkoymakta âciz ve başarısız kaldılar. Nasıl ki, akılları tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldı ise. Öyle ki, İslâm risaletini durdurmayı ve gözden düşürmeyi amaçlayan bütün gayretleri boşa gitti. Bu yüzden yeni inanç sahiplerine karşı verdikleri mücadelede şiddeti, baskıyı ve işkenceyi yöntem olarak devreye sokmaktan başka çare bulamadılar. Bu amaçla her kabile, bünyesinde bulunan Müslümanlar üzerine çullandı. Onları hapse atmaya, döverek, aç ve susuz bırakarak işkenceden geçirmeye başladılar. Böylece aralarındaki Müslümanları dinlerinden ve Rablerinin risaletini benimsemekten vazgeçirmeyi amaçlıyorlardı.

İşte Umeyye b. Halef, Bilal-i Habeşî'yi yakıcı öğle sıcağında Mekke civarındaki kızgın çöle çıkararak en acımasız işkenceye tâbi tutuyor. İşte Ömer b. Hattab, Müslüman oldu diye cariyesini döverek işkenceden geçiriyor ve âciz kalınca: "Senden özür dilerim, seni dövmeyi bırakmamın tek sebebi yorgun düşmemdir." diye alay ediyor. İşte Mahzumoğulları; Ammar'ı, babasını ve annesini Mekke civarındaki kızgın çöllere çıkararak işkenceye tâbi tutuyorlar. İşkence sırasında Resulullah (s.a.a) yanlarından geçerken: "Ey Yasiroğullları, sabredin, buluşma yeriniz cennettir!" diyor. Yapılan işkencenin şiddeti öyle bir noktaya varıyor ki, Ammar'ın annesi şehit oluyor. Böylece Sümeyye, ilk İslâm şehidi oluyor.

Kureyşlilerin risalete, Resul'e ve ashabına yönelik mücadelelerinde kullandıkları yöntemlerin genel tablosunu çizmeye giriştiğimizde, bu mücadelenin aşamalarını aşağıdaki maddeler bağlamında özetleyebiliriz:

1- Kullanılan yöntemlerin en yaygın olanı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) şahsiyetini ve insanların kalplerindeki konumunu alay ve aşağılama konusu yapmaktı. Bu rolü oynayanların başında Halid b. Velid b. Muğire'nin (Halid'in babası), Ukbe b. Ebu Muayt'ın, Hakem b. As b. Umeyye'nin ve Ebu Cehil'in geldiğini görüyoruz.

Fakat ilâhî yönlendirme ve destek, onların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz, alay edenlere (karşı) biz sanayeteriz." [7]"Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri şey (azap) kuşatıvermişti.”[8]

2- Hükümdarlık, reislik ve büyük servetler teklif ederek caydırma ve vazgeçirme girişimlerini devreye sokmak.

3- Yalancılık, büyücülük, delilik, şairlik ve kâhinlik gibi asılsız suçlamalarda bulunmak. Kur'ân-ı Kerim bunların her birinden ayrı ayrı söz etmektedir.

4- Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmak. Kureyşliler Hz. Peygamber'i (s.a.a) Kur'ân-ı Kerim'i uydurmakla ve onu asılsız şekilde Allah'a isnat etmekle suçladılar. Kur'ân-ı Kerim, bu ayetlerinin bir benzerini ortaya koymaya çağırarak bu iddiayı ileri sürenlere meydan okumuştur. Üstelik Kureyşliler arasında uzun yıllardır yaşayan Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu suçlamanın içeriği türünden bir davranışı hiç görülmemişti.

5- İşkence ve Hz. Peygamber'in risaletine inananlara yönelik öldürme eylemlerine başvurmak.

6- Yaygın biçimde kuşatma ve boykot eylemi devreye sokmak.

    7- Risaletin sahibi olan Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik suikast    

       plânları yapmak.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu yöntemlerin her birine risaletinin amaçlarını gerçekleştirecek tedbirlerle karşı koydu. Ki bu karşı koyuş sürecinde Hz. Peygamber (s.a.a), onun hareketini sıkı bir şekilde gözetim ve koruma altında tutan ilâhî vahiy tarafından yönlendirilip desteklenmiştir.

Habeşistan'a Hicret ve Orada Güvenli Bir Üs Oluşturmak

Resul-i Ekram (s.a.a) risaletini açıkça ilân etmesinden itibaren geçen iki yılın sonunda, Müslümanları Kureyşli zorbalardan ve putperest şeflerden çektikleri sıkıntılardan korumaya gücünün yetmeyeceğini anlamıştı.

Özellikle güçsüz Müslümanların müşriklerin şeflerinden gördükleri zulüm doruk noktasına çıkacak oranda şiddetlenince, Hz. Peygamber (s.a.a) baskı altında kıvranan ezilmiş Müslümanları Habeşistan'a göç etmeye teşvik etti. Böylece bu baskı altındaki Müslümanlar bir rahatlama dönemine kavuşarak tekrar geri dönüp İslâmî risalet sürecinin gerektirdiği çalışmalarına devam edebilmek için yeni hareket enerjilerini yenileyeceklerdi. Bir başka beklenti de Kureyş mevzileri üzerine Arap Yarımadası dışında oluşturdukları bir baskı merkezi oluşturarak oluşturduktan sonra Kureyş kabilesine karşı girişilecek çatışmada yeni bir cephe açmaları idi. Belki de bu arada yüce Allah olacağını vaat ettiği şeyi de meydana getirirdi. İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamber (s.a.a) ezilen Müslümanlara, "Habeşistan'da egemenlik sınırları içinde hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar vardır." haberini verdi. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu teşvikini olumlu karşıladılar. Aralarından bir grup gizlice sahile inerek denizi aşıp karşı tarafa geçtiler. Yalnız Kureyşliler peşlerine düştüler, fakat yetişip onları yakalayamadılar. Bu göç hareketi bireysel olarak veya aileler hâlinde devam etti. Sonunda Habeşistan'da küçük çocuklar dışında seksen küsür kişilik bir göçmen Müslüman topluluğu oluştu. Hz. Peygamber (s.a.a) onların başına Ebu Talip oğlu Cafer'i emir tayin etti.

Hz. Peygamber'in yukarıdaki hadisinde Habeşistan kralı için kullandığı sıfat ve bu ülkeye gemilerle gitmenin kolay ve mümkün olması göz önüne alınınca, bu ülkenin göç yeri olarak seçilmesinin Hz. Peygamber'in (s.a.a) başarılı liderlik adımlarından biri olduğu görülür. Üstelik bu olay, İslâm'ın Hıristiyanlık ile arasında kurulmasını istediği iyi ilişkilerin kapısını açan bir gelişme olmuştur.

Müslümanların Habeşistan'a göç etmeleri Kureyşlileri kaygılandırmakta gecikmedi. Bu işin sonucundan korkuya kapıldılar. İslâmî risaletin taşıyıcılarının orada emniyete kavuşmalarından tedirgin oldular. Nitekim hemen Amr b. As ile Ammare b. Velid'i yüklü hediyelerle Habeşistan'a Necaşî'nin yanına gönderdiler. Bu iki Kureyşlinin bu hediye destekli seyahatinin amacı, Habeşistan kralı Necaşî'yi Müslümanları yakınına almaktan vazgeçirip kendilerine geri vermeye ikna etmekti. Bunlar kralın patriklerine kadar nüfuz ederek onları Müslümanların geri verilmesinin zorunlu olduğuna ikna etmeyi başardılar. Fakat kral buna yanaşmadı. Müslümanların geri verilmeleri için öncelikle onların kendi kafalarından yeni bir din uydurdukları yolunda kendilerine yöneltilen suçlama hakkındaki düşüncelerini kendi ağızlarından dinlemesi gerektiğini bildirdi.

Bu buluşmaya ilâhî desteğe mazhar olduk damgasını vurdu. Ebu Talip oğlu Cafer, imparator Necaşî'nin kalbine nüfuz eden çarpıcı bir konuşma yaptı. Bu ateşli konuşmasında yeni dinin mahiyeti hakkında öne sürülen her soruya cevap vererek kralın, kendilerini himaye etme yönünde ikna edilmişliğini pekiştirdi. Ebu Talip oğlu Cafer'in sözleri Kureyşli delegelerin başlarına düşen bir şimşek gibi oldu. Şeytanî plânlarını başarıya ulaştırmak için imparatora verdikleri hediyeler işlerine yaramamıştı. Bu karşılaşmada Müslümanların yıldızı parlar ve delillerinin  sağlamlılığı ortaya çıkarken, Kureyşli delegeler kralın huzurunda zavallı bir duruma düştüler. Bu sonucun alınmasında Resulullah'ın (s.a.a) insanı düşüncelerde, inançta ve davranışta insanı yüksek seviyelere çıkaran eğitim sisteminin rolü büyüktü. Kureyşli delegelerin ikinci bir fitne çıkarma denemesi oldu. Kur'ân-ı Kerim'in Hz. İsa (s.a) ile ilgili açıklamalarının kralda hoşnutsuzluk meydana getirebileceğini düşündüler. Fakat bu ikinci fitne girişimi de Müslümanları sarsmadı. Nitekim kral, Ebu Talip oğlu Cafer'in bu yoldaki soruya cevap olarak okuduğu Kur'ân ayetlerini dinledikten sonra Müslümanlara: "Gidin, siz güven içindesiniz." dedi.

Delegeleri Habeşistan'dan hayal kırıklığı ile dönünce, Kureyşliler Müslümanları geri almayı amaçlayan çabalarının başarısızlığa uğradığını kesinlikle anladılar. Bunun üzerine bu kabilenin şefleri, çevrelerinde yaşayan Müslümanlara yönelik baskıyı çeşitlendirmeye giriştiler. Bunun için Müslümanların yiyeceksiz ve içeceksiz bırakılmalarına, onlarla her türlü sosyal ilişkinin kurulmasının yasaklanmasına yöneldiler. Çünkü Ebu Talip ile Haşimoğulları Hz. Peygamber'i (s.a.a) yaygın biçimde desteklemekten, ona her türlü yardımı yapmaktan vazgeçirilememişti.

Zalim Kuşatma ve Haşimoğulları'nın Tutumu

Ebu Talip, Kureyşlilerin teklifini reddedip ne pahasına olursa olsun Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumakta ısrar edince, Kureyş kabilesi Müslümanlarla alışveriş yapmayı, sosyal ilişki kurmayı ve evlenmeyi boykot etmeyi içeren zalim bir belge tasarısı hazırladı. Bu boykot belgesi Kureyşli şeflerin kırk tanesi tarafından imzalanarak yürürlüğe sokuldu.

Ebu Talip, amcasının oğlu, Haşimoğulları ve Muttalipoğulları ile birlikte Mekke'nin yanı başındaki dar bir vadiye sığındı. Hepsinin durumu ve kararı aynı idi. Ebu Talip bu ortak kararı: "Son ferdimize kadar ölünceye dek Allah Resulü'ne ulaşılmasına fırsat vermeyiz." şeklinde açıkladı. Ebu Leheb, Kureyşlilerin yanına giderek onları Muttalipoğulları'na karşı desteklediğini ilân etti. Muttalipoğulları'nın kâfirleri de, müminleri ile birlikte söz konusu vadiye taşındı.

Bu kuşatma sırasında Müslümanlara hiçbir şey ulaşmıyordu. Ulaşabilen maddeler gizlice vadiye girebilenlerden ibaretti. Bu kaçak maddeleri hemşerilik, onurluluk veya acıma duygusunun etkisi ile Müslümanlara yardım etmek isteyen bazı Kureyşliler onlara götürüyordu.

Müslümanlara ve Resul-i Ekrem'e (s.a.a) açlık, izole edilmişlik ve psikolojik savaş biçiminde katlanılması zor birçok acıları çektiren bu boykotun üzerinden üç yıl geçmesi üzerine yüce Allah'ın gönderdiği bir ağaç kurdu, Kâbe'nin iç duvarına asılmış olan boykot belgesi üzerine kondu ve "Senin adın ile Allah'ım" kelimeleri dışındaki bütün yazılı yerlerini kemirerek yedi.

Yüce Allah olup biteni Peygamberi'ne (s.a.a) bildirdi. Hz. Peygamber de hemen durumdan Ebu Talib'i haberdar etti. Bunun üzerine Ebu Talip, Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanına alarak Mescidü'l-Haram'a gitti. Kureyş ileri gelenleri Ebu Talib'i karşıladılar. Çünkü Müslümanların teslim olup ilâhî risalet ile ilgili tutumlarından vazgeçmek istediklerini sandılar. Ebu Talip onlara şöyle dedi: "Amcamın oğlunun bana verdiği habere göre yüce Allah boykot belgeniz üzerine bir ağaç kurdu saldı ve bu kurt Allah'ın adı dışında belgenizi kemirip yedi. Eğer bu haber doğru ise amcamın oğluna karşı beslediğiniz olumsuz görüşünüzden vazgeçersiniz. Yok, eğer yalan söylüyorsa onu size teslim ederim..." Kureyş şefleri Ebu Talib'in bu teklifine: "Bize karşı insafa geldin!" şeklinde karşılık verdiler ve hemen boykot belgesinin muhafazasını açtılar. Fakat işin Hz. Peygamber'in (s.a.a) dediği gibi olduğunu görünce, karşılaştıkları utandırıcı ve rezil edici durum yüzünden başlarını öne eğdiler.

Başka bir rivayete göre, Müslümanlara uygulanan bu boykot ve o dar vadide Haşimoğulları'nın çektikleri sıkıntılar ve acılar Kureyşli bazı erkeklerin ve gençlerin ağırına gitmişti. Bunlar kabilelerindeki aşırı unsurlara karşı çıkmak üzere aralarında bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıda boykot belgesini yırtarak bu zalim uygulamaya son vermeyi kararlaştırdılar. Fakat belgenin muhafazasını açtıklarında bir toprak kurdunun onu kemirip yediğini gördüler.

Bu sonuç nasıl meydana gelmiş olursa olsun, yüce Allah bir kere daha Kureyşlileri rezil etti. Fakat onlar Hz. Peygamber'e ve onun risaletine karşı güttükleri düşmanlıktan vazgeçmediler.

Hüzün Yılı

Bi'setin onuncu yılında Müslümanlar kuşatmadan çıkmışlardı. Artık eskiden daha başları dik, daha zengin, tecrübeli ve hedefleri doğrultusunda hareket etme hususunda daha güçlü idiler. O hedef ki, her türlü zorluğa rağmen ondan vazgeçmeyecekleri yolunda yemin etmişlerdi. Kureyşlilerin uyguladıkları boykotun sonuçlarından biri, İslâm'dan ve Müslümanlardan yaygın şekilde söz edilmesi, varlıklarından Arap Yarımadası'nın her tarafında tanınmasına neden oldu. Diğer taraftan Allah Resulü'nün (s.a.a) önünde birçok zor görev vardı. Bunlardan biri Mekke dışında daha geniş alanlara açılmak, İslâm risaleti için hareket ve sıçrama merkezi olacak çok sayıda güvenli yer oluşturmaya girişmekti.

Fakat İslâm risaleti, Mekke dönemindeki en önemli sıkıntısı ile karşılaşmıştı. Çünkü Hz. Peygamber'in ve İslâm risaletinin bir numaralı sosyal dayanağı ve en güçlü savunucusu olan Ebu Talip vefat etti. Birkaç gün sonra da Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ikinci dayanağı olan Hz. Hatice vefat etti. Bu iki olayın İslâm risaletinin gidişatı üzerindeki şiddetli etkisi dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) bu yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırdı ve: "Ebu Talib'in ölümüne kadar Kureyş kabilesi karşımda hep korkak ve çekingen kaldı." şeklinde bir açıklama yaptı.

Bu iki ölüm olayı Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşı cüretlerini artırmıştı. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber (s.a.a) evine giderken bir Kureyşli karşısına dikilerek mübarek başına toprak attı. Bunu gören kızı Hz. Fatıma (a.s) gözyaşları dökerek babasının başına dökülen toprağı silkelemeye koştu. Hz. Peygamber ona: "Kızım ağlama; çünkü babanın koruyucusu Allah'tır." dedi.

İsra ve Miraç

Bu dönemde meydana gelen İsra (Mekke'den başlayıp Kudüs'te sona eren gece yolculuğu) ve Miraç olayı, Hz Peygamber (s.a.a) için uzun mukavemeti yolunda bir takviye olmanın yanı sıra  yolunda ayaklarını yere sağlam basma, uzun çalışma ve direnme yılları arkasından gelen bir onurlandırma, şirk ve sapıklık güçlerinin çektirdikleri bu acılar ve ıstıraplar karşısında gelen ilâhî bir taçlandırma sayılırdı. Bu olayda yüce Allah onu göklerin kalbine yükselterek kendisine engin kâinatı üzerindeki çarpıcı egemenlik ve yüceliğinin bazı yönlerini gösterdi, ona yaratılışın sırları ile iyi ve kötü insanın akıbetini bildirdi.

Bu olay aynı zamanda Hz. Peygamber'in sahabîlerinin tasavvur kapasitelerini ölçmeye yönelik bir sınav mesabesinde idi. Bu sınav onların ilâhî risaleti insanlara iletmek ve salih insan oluşturmak amacı ile Peygamberleri ve başkomutanları ile uğrunda mücadele ettikleri dâvanın geniş çerçevesini ne oranda algıladıklarını belli edecek ve zayıf vicdan sahipleri için zor geçiş testi olacaktı.

Müşrik Kureyşliler İsra olayındaki yüce anlamları kavrayamadılar. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) onlara olaydan söz edince, hemen İsra olayının maddî biçimi, gerçekleşme imkânı ve bununla ilgili deliller hakkında sorular sormaya koyuldular. İçlerinden biri: "Vallahi, bir kervan Mekke'den Şam'a ancak bir ayda gidebilir ve yine ancak bir ayda Şam'dan Mekke'ye dönebilir. Nasıl oldu da Muhammed bir gecede oraya gidip geri gelebildi?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.a), Mescid-i Aksa'yı onlara ayrıntılı niteliklerine kadar tarif etti. Ayrıca yolda kaybolmuş develerini arayan bir kervan ile karşılaştığını, bu kafilenin yükleri arasında bulunan su dolu bir kırbanın ağzının açık olduğunu görünce kapağını üzerine kapatıp onu eski hâline getirdiğini anlattı.

Müşrikler Hz. Peygamber'e başka bir kervanı sorunca, o kervan ile Ten'im denen yerde karşılaştığını söyledi. Onlara kervanın yükleri ve kimlerden oluştuğu hakkında bilgi verdikten sonra: "Kervanın başını şöyle bir deve çekiyor, güneş doğunca onu karşınızda göreceksiniz." dedi. Sabah olunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) bütün söyledikleri tıpkı anlattığı gibi doğru çıktı.

Hicret Öncesi Ferahlama Yılları

Taif İslâm Risaletini Reddediyor

Resul-i Ekrem (s.a.a) Kureyş kabilesinin uyguladığı eziyetlerin artarak devam edeceğini ve müşriklerin ilâhî risaleti ortadan kaldırmaya yönelik plânlarının ve çabalarının sona ermeyeceğini anladı. Bunun yanı sıra üzerindeki güvenlik şemsiyesi Ebu Talib'in vefatı ile yok olmuştu. Buna göre İslâm risaletinin daha geniş bir cepheye açılması gerekiyordu. Hz. Peygamber o güne kadar ilâhî risaleti özümsemiş bir topluluk insan tipi yetiştirmeyi başarmıştı. Şimdi sıra bir üs oluşturmak için verilecek çabaya gelmişti. Bu, öyle bir üs olmalıydı ki, fertlerin hayatlarını, Rableri ile insanlarla ilişkilerini istikrar ve düzen içinde sürdürmelerine zemin sağlamalı idi. Ayrıca bu üs ilâhî direktiflere uygun ve insana yönelik bir İslâm uygarlığının yapılandırılmasını teşvik eden bir ortam hazırlamalıydı.

Hz. Peygamber'in bu amaçlara uygun seçimi Taif üzerinde odaklaştı. Orada Kureyş kabilesinden sonraki en büyük Arap kabilesi olan Sakıf kabilesi yaşıyordu. Hz. Peygamber oraya tek başına veya Zeyd b. Haris'e ile birlikte ya da Zeyd ve Ali ile beraber gitti. Oraya varır varmaz Sakıf kabilesinden birkaç kişiyi görmeye gitti. Bu kimseler o sırada kabilelerinin eşrafı ve yöneticileri idiler. Yanlarına varıp oturduktan sonra onları Allah'a çağırdı ve ne için taleple geldiğini kendilerine açıkladı. İstediği şey Sakıflıların, çağrısında kendisini desteklemeleri ve kavminden korumaları idi.

Sakıf şefleri çağrısını ciddiye almadılar, hatta ona alaycı karşılıklar verdiler. Meselâ içlerinden biri: "Eğer Allah seni elçi olarak gönderdi ise Kâbe'nin örtüsünü parçalarım." dedi. Bir ikincisi: "Vallahi, seninle her hâlükârda konuşmam. Çünkü eğer söylediğin gibi Allah'ın gönderdiği bir peygamber isen benim gözümde sözüne karşılık verilmeyecek derecede  büyüksün. Yok, eğer Allah adına yalan söylüyorsan, seninle konuşmam yakışıksız olur." dedi. Bir üçüncüsü ise: "Allah, senden başka birini peygamber olarak göndermekten aciz miydi?"

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sert ve kaba retten sonra ayağa kalkarak şeflerin yanından ayrıldı. Ayrılırken aralarında geçenleri gizli tutmalarını istedi. Çünkü bu olayın Kureyşlilerin kulağına gitmesini ve bu yüzden kendisine karşı cüretlerinin artmasını istemiyordu. Fakat Sakif kabilesinin şefleri bu isteğine de olumlu karşılık vermeye yanaşmadılar. Bunun yerine kabilelerindeki aklından zoru olanları ve kölelerini üzerine kışkırttılar. Bunlar Hz. Peygamber'e küfretmeye, bağırıp çağırmaya ve taş atmaya başladılar. Öyle ki, attığı her adımda mübarek ayaklarını taşların üzerine basıyordu. Bu gürültüler üzerine halk çevresini sardı ve onu Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe'nin bahçesine sığınmaya mecbur ettiler. Bahçenin sahipleri olan iki kardeş oradaydı. Bahçeye girince peşinden gelen ayak takımının kovalamasından kurtuldu. Ayaklarından kan akıyordu. Bir üzüm kütüğünün gölgesinde yere oturarak Rabbine şöyle seslendi:

"Allah'ım, gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar karşısında küçük düşmemi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, sensin ezilmişlerin Rabbi ve benim Rabbim. Beni kime havale ediyorsun? Beni çirkin, soğuk ve asık suratla karşılayan bir uzağa (yabancıya), yoksa kaderimi eline vereceğin bir düşmanıma mı? Eğer bana karşı bir kızmışlığın yoksa olup bitenlere önem vermem. Fakat bana yönelik afiyet bağışın, benim için daha geniş kapsamlıdır."

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu yolculukta gördüğü tek yakınlık kendi hâlindeki bir Hıristiyan’ın gösterdiği şefkat içerikli tavır oldu. Adam, Hz. Peygamber'de bazı peygamberlik belirtileri görmüştü.

Resulullah, Sakıfoğulları'ndan beklediği destekten ümidini kestikten sonra Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldığı sırada üzgündü. Çünkü hiç kimseden olumlu cevap alamamıştı. Taif ile Mekke arasındaki yolda bir hurma ağacının yanında mola verdi. Vakit gecenin ilerlemiş bir saati idi. Namaza durmuştu. Bu sırada cin kökenli bir grup yanına geldi ve o farkında olmadan okuduğu Kur'ân ayetlerini dinlediler. Hz. Peygamber namazını tamamlayınca kendisini dinleyen cinler soydaşlarının yanına döndüler. Hz. Peygamber'e iman eden ve dinledikleri ayetlere olumlu karşılık veren bu cinler soydaşlarını uyarmaya koyuldular. Yüce Allah cinler ile ilgili bu haberi Hz. Peygamber'e şöyle anlatıyor:

"Hani cinlerden bir grubu, Kur'ân'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kurân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): 'Susun.' demişler, Kur'ân'ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki, Allah bazı günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”[9]

Mekke'de Risaletin Açılımı ve Önündeki Engeller

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketi üst düzeyde mükemmel bir risalet cihadı idi. Onun mantığı ve, davranışları ve ahlâkı, sağlıklı fıtratı ve yüce ahlâkı yansıtıyordu. Vicdanların derinliklerindeki hak duygusuna hayat kazandırmaya ve insanların yararlanabileceği erdeme çağırıyordu. Bundan dolayı Kureyşlilerin baskılarına ve sertliklerine, Taiflilerin engellemelerine ve kabalıklarına rağmen Hz. Peygamber (s.a.a) ümitsizliğe düşmüyordu. O, insanlar arasında dolaşıyor ve herkesi Allah'ın dinine çağırıyordu. Özellikle umre ve hac mevsimlerinde bu tebliğ kampanyasına daha da hız veriyordu. Çünkü bu dönemler tebliğ için büyük fırsatlar oluşturuyordu. Bu münasebetle bazı Arap kabilelerinin konaklama yerlerinde durup insanlara şöyle sesleniyordu:

"Ey falanca oğulları, ben size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah size kendisine kulluk etmenizi, hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı, bana inanmanızı, söylediklerimi onaylamanızı, Allah'ın benimle gönderdiği mesajları açıklayabilmem için beni korumanızı emrediyor."

Hz. Peygamber (s.a.a) muhtelif kabilelere gidip gelme faaliyetini sık sık tekrarlardı. Bu ziyaretler sırasında karşılaştığı kaba retlere veya nazik mazeret beyan etmelere aldırış etmezdi. Şu da var ki, bazı kimseler Müslüman olmayı iktidar koltuğuna kavuşmaya hizmet eden bir siyasî proje olarak görüyor ve bu amaçla pazarlığa girişiyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) ilkeleri doğrultusunda doğan fırsatlardan yararlanmayı reddetmemekle birlikte bu tür teklifleri, pazarlığı ve tavizi asla tanımayan bir dille reddediyor ve bu tür teklifler ile karşılaştığında: "Yetki Allah'a aittir, onu dilediğine verir." diyordu.

Bu çalışmalar sırasında Ebu Leheb sık sık Hz. Peygamber'in (s.a.a) arkasından giderek ve insanları ona uymaktan caydırmak için şöyle sözler söylerdi: "Ey falanca oğulları, bu adam sizi boyunlarınızdaki Lat ve Uzza'yı boyunlarınızdan çıkararak ortaya koyduğu bidate ve sapıklığa uymaya çağırıyor. Ona uymayın, onun söylediklerini dinlemeyin."

Öte yandan Ebu Cehil'in eşi Ümmü Cemil, kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve kadınların Peygamber'e (s.a.a) uymasını önlemek için kadınlar arasında ayağa kalkıyor ve Peygamber'in mübarek çağrısını alaya alıyordu.

Arap kabilelerini İslâm risaletini kabul etmeye ikna etmek Hz. Peygamber (s.a.a) için kolay bir iş değildi. Çünkü Kureyş kabilesi, Kâbe'nin bakım ve gözetim yetkisini uhdesinde bulundurduğu için diğer Arap kabileleri arasında itibarlı bir dinî konuma sahipti. Bunun yanı sıra bu kabile Arap Yarımadası'nda önemli bir ticarî ve ekonomik merkez olma rolünü oynuyordu. Bütün bunlara ek olarak Kureyş kabilesinin, Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısını yönelttiği çevredeki diğer kabilelerle sıkı ilişkileri ve ittifak anlaşmaları vardı. Bu yüzden bütün bu bağları keserek Kureyş kabilesinin hegemonyasını ortadan kaldırmak zordu. Dolayısıyla insanların İslâm risaletini kabul etmekte niçin tereddüt ettikleri açıktı. Bütün bunlara rağmen Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) çaba ziyaret kampanyasından ve çağrısının gücünden korktular. Bu korkunun etkisi ile putperest akılların kabul edebilecekleri programlanmış bir üslûba başvurdular. Üzerinde sözbirliğine vardıkları bir propagandayı insanlar arasında yaymak üzere şöyle diyorlardı: "Bu adamın açıklamaları büyü içeriklidir. Bu büyüleyici sözleri ile kişi ile eşini, kişi ile kardeşini birbirinden ayırıyor." Fakat Kureyşlilerin bu çabaları başarılı olamadı. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve ilâhî risaletin yüceliği onunla karşılaşan herkes tarafından açıkça görülüyordu.

 

Birinci Akabe Biati

Resul-i Ekrem (s.a.a) İslâmî risaleti yayma yolunda var gücüyle çalışıyor, hiçbir fırsatı kaçırmıyor, hiçbir gayretten geri kalmıyordu. Kendisinde ümit ve hayır gördüğü her gruba, herhangi bir ihtiyacı için Mekke'ye gelenlerden etki ve nüfuz sahibi olabileceğini düşündüğü herkese çağrısını yöneltiyordu. O sıralarda Yesrib Şehri [ilerisinin Medine'si] iki zıt kutup arasında siyasî ve askerî bir çatışma yaşıyordu. Bu zıt kutuplar Evs ve Hazrec kabileleri idi. Bu şehirde yaşayan bazı Yahudi unsurlar, ilâhî yasaların mevcut olmadığı bir ortamda bu çatışmayı kirli oyunları ve desiseleri ile alevlendiriyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) gücünü arttıracak bir ittifak arayışı ile Mekke'ye gelen bazı Yesribliler ile buluştu. Çok zaman geçmeden ilâhî risaletin etkisi ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) verdiği mesajın doğruluğu bu kişilerin vicdanlarında yer tutmaya başladı. Bu buluşmaların birinde Hz. Peygamber (s.a.a) Hazreç kabilesinin bir kolunu oluşturan Afraoğulları ile yaptığı sohbette onlara İslâm'ı sundu ve kendilerine Kur'ân'dan bazı ayetler okudu. Onların gözlerinde olumlu bir yaklaşım ve kalplerinde daha çok sayıda ayet dinleme arzusu hissetti... Adamlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) konuşmasından onun, Yahudilerin Yesrib müşriklerine yönelik tehditlerinde kastettikleri peygamber olduğu yolunda kesin kanaate vardılar. Çünkü Medineli Yahudiler, Yesribli müşriklerle aralarında her kötü olay meydana geldiğinde müşriklere şöyle diyorlardı: "Şimdi bir peygamber gönderiliyor. Geleceği zaman iyice yaklaştı. O gelince ona uyacak ve sizi Ad ve İrem kavimlerinin öldürüldüğü gibi öldüreceğiz."

Bu buluşmada yer alan Yesribliler, derhal Müslümanlığı kabul ettiklerini açıkladılar. Bunlar altı kişi idiler. Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle dediler: "Biz kavmimizin yanından ayrılırken onları, başka hiçbir kavimde görülmeyen iç karışıklıklar ve kötülükler içinde bırakıp geldik. Umulur ki, Allah onları senin sayende birleştirir. Biz onların yanına dönünce kendilerini senin anlattığın ilkelere ve bizim kabul ettiğimiz yeni dine çağıracağız."

Sonra yola çıkıp Yesrib'e döndüler. Döner dönmez Hz. Peygamber (s.a.a) ve ilâhî risaleti, güvenin ve mutluluğun egemen olacağı bir hayat ortamı kurmaya dönük müstakbel ümit hakkında çeşitli konuşmalar yapmaya giriştiler. Bu konuşmaların sonucu olarak İslâm risaleti konusu Yesribliler arasında yaygınlık kazandı. Öyle ki, Yesrib'de Resul-i Ekrem'den (s.a.a) söz edilmeyen tek bir ev bile kalmadı.

Günler çabuk geçti. Peygamberliğin on birinci yılındaki hac mevsimi geldiğinde, Evs ve Hazreç kabilelerinden oluşan ortak bir Yesribli heyet Hz. Peygamber'in yanına geldi. Bunlar on iki kişi idi ve daha önce İslâmiyet'i kabul etmiş olan altı kişi de aralarında idi. Heyeti oluşturanlar Hz. Peygamber (s.a.a) ile gizlice buluştular. Buluşma yeri, Yesrib'den kalkıp Mekke'ye gidenlerin yolu üzerinde bulunan Akabe adlı bir geçit idi. Yesribliler bu gizli buluşmada Hz. Peygamber'e (s.a.a) biat ettiler, bağlılık sözü verdiler. Bu biat uyarınca Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, çocuklarını öldürmeyecekler [cinsiyetleri kızdır diye diri diri toprağa gömmeyecekler], hiç kimseye kendilerince uydurdukları bir iftira atmayacaklar ve Hz. Peygamber'in maruf ile ilgili emirlerine karşı gelmeyeceklerdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) onlara bu saydıklarımızdan daha fazla bir yük yüklemeyi uygun görmedi. Yanlarına Müslüman gençlerden biri olan Mus'ab b. Umeyr'i verdi. Bu genç Yesrib'de tebliğ görevini üstlenecek, o şehrin arasında yeni inanç sisteminin kültürel eğitimini yürütecekti. Böylece birinci Akabe biati tamamlanmış oldu.

İkinci Akabe Biati

Mus'ab b. Umeyr, Yesrib sokaklarını ve topluluklarını dolaşarak halka Allah'ın ayetlerini okudu ve Kur'ân etkisi ile gönülleri harekete geçirdi. Bu çabaların sonucu olarak çok sayıda kişi İslâm risaletine iman etti.

İslâmiyet'in heyecanı kalplerde Hz. Peygamber (s.a.a) ile buluşmaya, onun engin feyzinden pay almaya ve onun şehirlerine göç etmesine yönelik büyük bir arzu uyandırdı.

Bi'setin on ikinci yılının hac mevsimi yaklaştığında, Yesribli hacı kafileleri Mekke'ye doğru yola çıktı. O güne kadar Müslüman olan yetmiş üç erkek ile iki kadın da bu kafileler arasında idi. Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara Akabe'de buluşacağını vaat etti. Bu buluşma teşrik günlerinin ortalarında bir gece yarısı gerçekleşecekti. Yesribli Müslümanlar bu buluşmayı gizli tuttular.

Gecenin üçte birlik bölümü geçince, gözlerden uzak bir gizlilik içinde Müslümanlar saklandıkları yerlerden çıkarak bir yerde toplandılar ve Resulullah'ı (s.a.a) beklemeye koyuldular. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yanına aldığı akrabasından birkaç kişi ile birlikte çıkageldi. Onun gelişi ile toplantı başladı. Önce Yesribliler konuştu. Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) bir konuşma yaptı. Kur'ân'dan birkaç ayet okuduktan sonra dinleyenleri Allah'a çağırdı ve İslâm'a teşvik etti.

Bu defadaki biat daha net, daha açık ve daha üst düzeyli mükemmellikte oldu. İslâm'ın bütün yönleri, bütün hükümleri, savaşta ve barışta nasıl davranılacağı, neler yapılacağı ayrıntılı olarak ele alındı. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Yesribli Müslümanlara: "Kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz bütün tehlikelerden beni de koruyacağınıza dair bana biat etmenizi istiyorum." dedi. Onlar da ayağa kalkarak Resulullah'a (s.a.a) biat ettiler.

Bu buluşma sonunda Yesribli Müslümanlar tarafında bir endişe şuuru belirdi. Ebu Heysem b. Teyyihan bu kaygıyı şöyle dile getirdi: "Ey Allah'ın Resulü, bizimle şu adamlar arasında (Yahudileri kastediyor) birtakım ipler (ilişkiler) var. Şimdi biz bunları keseceğiz. Fakat eğer biz böyle yaparsak ve ardından Allah, bizi bırakıp kavmine dönmeni sana tercih ettirirse nasıl olur?" Bu sözler üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) gülümsedi ve şöyle dedi: "Kanın karşılığı kan ve yıkımın karşılığı yıkımdır. Sizinle savaşanlar ile ben de savaşır ve sizinle barış yapanlar ile ben de barışık olurum."

Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a): "Aranızdan on kişi başkan seçip çıkarın. Bunlar kavimleri içinde olup biten her şeyi gözetmekle görevli olacaklar." dedi. Hz. Peygamber'in bu emri üzerine Yesribli Müslümanlar dokuzu Hazreç kabilesinden ve üçü Evs kabilesinden olmak üzere aralarından on iki kişiyi seçtiler. Hz. Peygamber (s.a.a) bu on iki kişiye şunları söyledi: "Sizler kavminiz arasında olup bitecek her şey konusunda kefilsiniz. Tıpkı havarilerin, Meryem oğlu İsa karşısında kefil olmaları gibi. Ben ise kavmim üzere kefilim."

Hikmetli bir yönlendirme, bütün imkânları isabetli şekilde kullanma ve derin siyasî bilinç sayesinde Resulullah (s.a.a), ilâhî risaletle ileriye yönelik adımlar atıyordu ve bütün bu adımlarında ilâhî vahiy ona doğruyu gösteriyor, onu sürekli yönlendiriyordu. Biat töreni sona erince, Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine biat eden Yesriblilere kaldıkları yere dönmelerine izin verdi. Giderlerken onlara müşriklere karşı güç kullanmaya kalkışmamaları talimatını verdi. Çünkü yüce Allah henüz savaşma izni vermemişti.

Kureyşliler Yesribli Müslümanların Hz. Peygamber'e (s.a.a) sağladıkları desteğin yol açacağı kuşatıcı tehlikenin kötü sonuçlarını anlamakta gecikmediler. Kapıldıkları öfkenin ve kötülük yapma dürtüsünün etkisi altında Hz. Peygamber (s.a.a) ile Yesribli Müslümanlar arasına girmeye kalkıştılar. Fakat Hz. Hamza ile Hz. Ali (üzerlerine selâm olsun), Akabe toplantısının yapıldığı yerin kapısında güvenlik bekçileri idiler. Bunu gören Kureyşliler ümitsizlik ve hayıflanma duyguları içinde geri döndüler.

Yesrib'e Hicret Hazırlığı

Kureyşliler gaflet uykularından uyanarak kendilerini bekleyen tehlikenin farkına vardılar. Çünkü Müslümanların önünde galip gelme ümidini uyandıran kapı açılmıştı. Bu yüzden Müslümanlara yönelik sertliğin, baskının ve şiddetin dozunu artırmaya yöneldiler. Amaçları iş işten geçmeden Müslümanları yok etmekti. Müslümanlar bu konudaki şikâyetlerini Hz. Peygamber'e (s.a.a) arz ettiler ve ondan Mekke'den çıkmaya izin vermesini istediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlardan birkaç gün mühlet istedi ve sonra şöyle dedi: "Nereye göç edeceğiniz bana bildirildi. Gideceğiniz yer Yesrib'dir. Kim Mekke'den çıkmak istiyorsa Yesrib'e gitsin." Başka bir rivayete göre Hz. Peygamber'in bu konu ile ilgili sözleri şunlardır: "Yüce Allah size güvenlik bulacağınız bir yurt ve kardeşler hazırladı."

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu izni üzerine bazı Müslümanlar Yesrib'e gitmek üzere Mekke'yi terk etmeye başladılar. Kureyşlilerin tepkilerini tetiklememek için bu çıkışları gizlice yapıyorlardı. Mekke'nin sokakları, evleri ve toplantı yerleri günden güne Resulullah'ın (s.a.a) sahabîlerinin gözden kaybolmalarına şahit olmaya başlamıştı artık. Fakat o bir yandan Allah'tan gelecek hicret emrini bekliyor ve öte yandan hicret eden Müslümanların esenliğini ve problemsiz olarak şehirden çıkmasını garanti etmeye çalışıyordu. Bu arada Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) plânının ve maksadının farkına vardılar. Bunun üzerine Müslümanların Mekke'yi terk etmelerine engel olmaya çalıştılar. Bu amaçla, muhacirlere ulaşarak onları Mekke'ye döndürmek için teşvikten işkenceye kadar değişen çeşitli caydırma yollarına başvurdular.

Kureyşliler, Mekke'nin güvenli bir şehir olarak kalmasına çok özen gösteriyorlardı. Bu yüzden Yesrib'e göç eden Müslümanları öldürmenin doğuracağı sonuçlardan korkuyorlardı. Çünkü o takdirde Müslümanlar ile aralarında savaş çıkabilirdi. Bu düşünce ile Müslümanlara işkence etmekle, onları hapsetmekle yetindiler.

Evet, Kureyşliler Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'den çıkıp Yesrib'e gitmesi ile ilgili olarak bin bir hesap yapıyorlardı. Çünkü Müslümanların Yesrib'de elleri güçlenmişti. Şimdi eğer sebatkârlığı, isabetli görüşlülüğü, tedbirliliği, güçlülüğü ve yiğitliği ile tanınan Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib'e hicret eden Müslümanlara katılırsa, genelde bütün müşriklerin ve özellikle Kureyşlilerin başına büyük bir felâket çökecekti.

Kureyş kabilesinin şefleri Dâru'n-Nedve diye anılan toplantı evinde hemen bir toplantı düzenlemeyi kararlaştırdılar. Toplantının müzakere konusu, karşı karşıya kaldıkları çok yönlü tehlikeye çözüm aramaktı. İleri sürülen görüşler birbirinden farklı ve çelişkili oldu. Teklif edilen görüşler arasında Hz. Peygamber'i hapsetmek, zincirlerle bir yere bağlamak ve Mekke'den uzak bir çöl bölgesine sürmek gibi çözümler vardı. Fakat toplantıya katılanların ortak onayını ve beğenisini kazanan görüş, Hz. Peygamber'i öldürmek ve Haşimoğulları'nın kan bedeli ile ilgili isteklerinin önünü kesmek için kanını kabileler arasında dağıtmak şeklindeki öneri oldu. Çünkü eğer Peygamber'i (s.a.a) öldürürlerse, henüz beşiklik dönemini yaşayan İslâm risaletini yok edeceklerini düşünüyorlardı.

Bu sırada ilâhî emir geldi. Hz. Peygamber'e (s.a.a) hemen harekete geçip Yesrib'e hicret etmesi direktifi veriliyordu. Bu direktif Resulullah'ın (s.a.a) büyük bir özlemle beklediği bir işaretti. Çünkü takva temellerine ve ilâhî ilkelere dayalı bir devlet kurup salih bir insan topluluğu oluşturma imkânı bulabileceği bir toprağa ayak basacaktı.

Müşrikler plânlarını tasarlayıp sağlamlaştırdıktan sonra vahyin görevli meleği Cebrail Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek müşrikler tarafından aleyhinde düzenlenen komployu ona haber verdi. Kendisine bu kanlı komployu anlatan şu ayeti okudu: "Hani kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut (yurdundan) çıkarmaları için tuzak kurmuşlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Hiç şüphesiz Allah tuzak kuranların en iyisidir.”[10]

Hz. Peygamber (s.a.a), gaybî yardım elinin kendisini koruduğunu ve atacağı adımları doğrulttuğunu kesin olarak bilmesine rağmen hareket etmek için aceleci davranmadı, adımlarını rast gele atmadı. Tersine hareketlerini plâna bağladı, yapacağı her şeyi basiretle, akıllıca ve tam bir gizliliğe riayet ederek tasarladı.

Hicret Öncesinde Kardeşleştirme

Resulullah (s.a.a), dayanışmalı bir İslâm toplumuna yönelik bir hareket noktası olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Böylece, hedef alınan İslam toplumun mensupları İslâm'ın yararı ve Allah'ın sözünün yüceltilmesi için tek bir vücut gibi çalışacaklardı. Çünkü Müslümanlar sayısız zorluklarla karşılaşacaklardı ve bu zorlukları aşmak, en yüksek düzeyde bir yardımlaşma ve dayanışma gerektiriyordu.

Bu nedenle Resul-i Ekrem (s.a.a), hicret yolunda atılmış ilk adım olarak muhacirleri birbirine kardeş yaptı. Bu kardeşliğin birleştirici bağı hakka ve hoşgörüye yönelik bir ilâhî iman bağı idi. Bu kardeşlik, Müslümanlar arası ilişkilere kazandıracağı insicam, direniş ve nefsanî sürtüşmelerden uzak kalma refleksinde etkisini gösterecekti. Bu süreçte Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir'i Ömer ile, Hamza'yı Zeyd b. Harise ile, Zübeyr'i İbn-i Mes'ud ile ve Ubeyde b. Haris'i Bilal ile kardeş ilân etti.

Bu uygulama bağlamında Hz. Ali'yi (a.s) de kendine kardeş seçti. Bunun için Hz. Ali'ye: "Senin kardeşin olmamı istemez misin?" diye sordu. Hz. Ali'nin: "Evet; isterim, ey Allah'ın Resulü!" karşılığını vermesi üzerine: "Sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin." dedi.


İLK İSLÂM DEVLETİNİNKURULUŞU

1- Yesrib'e Hicret

Risalet hareketinin kemale ermesi ve peygamberlik misyonunun özlenen ilâhî hedeflerini gerçekleştirebilmesi için risaletin inanç sistemine kesin bir inançla bağlanmış, varlığını bu inanç sistemine adamış, sapmalardan koruyacak niteliklerle donanmış olmanın yanı sıra sürekli fedakârlığa hazır, iyilik yanlısı güçlerle ve unsurlarla desteklenmesi gerekiyordu.

İşte Ebu Talip oğlu Ali (a.s), sözünü ettiğimiz unsurun emsalsiz örneği idi. Resulullah (s.a.a) o tarihî günlerin birinde ona şöyle dedi: "Ey Ali, Kureyşliler bana tuzak kurmak ve beni öldürmek için bir araya geldiler. Rabbim ise bana kavmimin yurdunu terk etmemi vahyetti. Benim Hadramî hırkama bürünerek benim yatağımda uyu. Böylece benim yatağımda uyumanla izimi onlardan saklamış olacaksın. Buna karşı sen ne diyeceksin ve ne yapacaksın?"

Hz. Ali (a.s): "Eğer ben geceyi senin yatağında geçirirsem sen selâmete erecek misin?" diye sordu. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "Evet." demesi üzerine sevinçle gülümsedi ve secdeye varmak üzere yere kapanarak Hz. Peygamber'den (s.a.a) aldığı selâmeti ile ilgili haberden dolayı yüce Allah'a şükrederek şöyle dedi: "Aldığın emri yerine getir; gözüm, kulağım ve kalbimin özü sana feda olsun."

Hz. Peygamber (s.a.a) gece yarısından sonra Hz. Ali'yi yatağında bırakarak ve çevresini saran ilâhî desteğin himayesi ile evini saran müşrik güçlerin çemberini yararak evinden çıktı.

Allah'ın düşmanlarının sabahleyin Hz. Peygamber'in (s.a.a) evini basınca hayal kırıklıkları ne kadar da büyüktü! Ölüm kokusu saçan kılıçlarını sıyırmışlardı. Yüzleri kin saçıyordu. Başlarında Halid b. Velid vardı. İçeri girdiklerinde Hz. Ali (a.s) üstün bir şecaatle yattığı yerden ayağa fırladı. Bunu gören müşrik güçler geri dönüp kaçmaya başladı. Dehşete ve şaşkınlığa kapılmışlardı. Çünkü yüce Allah'ın onların çabalarını nasıl boşa çıkarıp Peygamberi'ni (s.a.a) kurtardığını gözleri ile görüyorlardı.

Kureyş kabilesi bütün azgınlığı ile kaybolan prestijini ve heybetini geri kazanmak için her türlü çareye başvurdu. Tek amacı Muhammed'i (s.a.a) yakalamaktı. Bu amaçla deneyimli gözcüleri yola çıkardı. Hz. Peygamber'i yakalamak için her türlü yola başvurmayı göze aldı. Öyle ki, onu diri veya ölü olarak getirene ödül olarak yüz deve vereceğini açıkladı. Peşine düşenlere usta biri rehberlik ediyordu. Adam, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ayak izlerini sürerek Sevr Mağarası'nın kapısına vardı. Hz. Peygamber Ebu Bekir ile birlikte bu mağarada saklanmıştı. Usta rehber, mağaranın kapısında Hz. Peygamber'in izini kaybetti. Bunun üzerine: "Muhammed ve arkadaşı burayı geçmedi. Bu ikisi ya göğe çıktılar veya yere girdiler." dedi.

Mağaranın içinde Ebu Bekir büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü dışarıdaki Kureyşlilerin: "Çık dışarıya, ey Muhammed!" diye bağıran seslerini duyduğu gibi, mağaranın kapısına yaklaşan ayaklarını da görüyordu. Resulullah (s.a.a) ise ona: "Üzülme, Allah bizimle beraberdir!" diyordu.

Kureyşli izciler, eli boş geri döndüler. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) mağarada olduğunun farkına varmadılar. Zira bir örümcek mağaranın kapısı üzerinde ağını örmüştü ve bir güvercin kapının yanında yuvasını kurarak içinde yumurtlamıştı.

Gece olunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) saklandığı yeri öğrenen Hz. Ali (a.s) ile Ebu Hale oğlu Hind onunla buluştular. Resul-i Ekrem (s.a.a), zimmetini koruması ve emanetlerini yerlerine vermesi hususundaki tavsiyelerini Hz. Ali'ye iletti. Zira o, Arapların emanetlerini kendisine teslim ettikleri bir kişi idi. Ayrıca Hz. Ali'ye kendisi ve Fatıma'lar için binek hayvanları satın alarak kendisine katılması yolunda emir verdi ve güven vermek amacıyla ona şöyle dedi: "Ey Ali, onlar şu andan itibaren benim yanıma gelinceye kadar sana kötü bir şey yapamayacaklar. Herkesin gözü önünde açık bir şekilde emanetlerimi yerlerine ver. Sonra seni kızım Fatıma üzerine vekil ediyorum. Rabbimin de her ikinizin üzerine vekil ve koruyucunuz olmasını isterim."

Mağaraya sığınmasının üzerinden üç gün geçtikten sonra Kureyşlilerin kendisini aramayı durduklarını öğrenince, hiçbir sıkıntıya aldırış etmeksizin, Allah'ın yardımına sığınarak ve O'nun desteğine güvenerek hızlı bir şekilde Yesrib'e doğru yola çıktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib yakınlarındaki Kuba denen yere varınca, Yesrib'e hep birlikte girmek için, amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip ile Fatıma'ları beklemek üzere orada birkaç gün mola verdi. O Yesrib ki, Hz. Peygamber gelecek diye sevinç ve neşe ile dalgalanıyordu. Bu arada Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanındaki ve yol arkadaşı Peygamber'i Kuba'da bırakarak Yesrib'e girmişti.

Hz. Ali (a.s) yol yorgunluğundan ve yolculuğun tehlikelerinden bitkin durumda Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına vardı. Çünkü Kureyşliler Fatıma'lar ile birlikte Mekke'yi terk ettiğini öğrenince, peşlerine düşmüşlerdi. Resulullah yanına gelen Hz. Ali'yi kucakladı ve başına gelenler karşısında duyduğu üzüntüden dolayı gözleri yaşardı.

Resulullah (s.a.a) birkaç gün Kuba'da kaldı. Oradayken yaptığı ilk iş putları kırmak oldu. Arkasından buranın adı ile anılan Müslümanların ilk mescidinin temelini attı. Sonra cumaya rastlayan bir gün Kuba'dan yola çıktı. Öğle namazı vakti Ranuna denen yere vardı. Burada İslâm tarihindeki ilk Cuma Namazı'nı kıldı. Yesribli Müslümanlar süslenmiş ve silâhlarını kuşanmış olarak Resulullah'ı (s.a.a) karşılamaya çıktılar ve binek hayvanının etrafını sardılar. Herkes onu yakından görmek ve inanıp sevdiği bu adama doyasıya bakmak istiyordu.

Önünden geçtiği her Müslüman evinin sahibi devesinin yularından tutuyor ve ondan yanında kalmasını rica ediyordu. Resulullah (s.a.a) ise onlara güler yüzle karşılık veriyor ve herhangi birinin hatırını kırmaktan çekinerek onlara: "Deveyi bırakın; o, emre göre hareket ediyor." diyordu.

Sonunda deve Neccaroğulları'ndan iki yetim gence ait ve Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evi önünde bulunan ağılın yanında durdu. Ebu Eyyub el-Ensarî'nin eşi koşarak geldi ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) devesini içeriye aldı. Böylece Resulullah (s.a.a) Mescid-i Nebevî'nin ve kendi evinin yapımı tamamlanıncaya kadar bu ailenin yanında misafir kaldı.

Hz. Peygamber (s.a.a) Yesrib şehrinin adını Tayyibe olarak değiştirdi. Resulullah'ın (s.a.a) Yesrib'e hicreti İslâm tarihinin başlangıcı sayıldı.

2- Mescidin Yapımı

Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanların katkısı ile yeni ferdi yetiştirme bir fert tipi oluşturma aşamasından geçirdikten sonra ı geride bıraktı. Yesrib'e varması ile ilâhî yasaların ve hoşgörüye dayalı İslâm şeriatının hükümran olduğu bir devlet oluşturmayı plânlamaya başladı. Bunu İslâm uygarlığı oluşturma aşaması izleyecek ve bu İslâm uygarlığı devlet kurma aşaması sonrasında bütün insanlığı kapsamına alacaktı.

Bir İslâm devleti kurmanın önündeki başlıca engellerden biri, Arap Yarımadası toplumunda öteden beri egemen olan ve toplumlar arası bağları sağlamlaştıran kabile düzeni idi. Bunun yanı sıra Müslümanların zayıflığı da mutlaka gerçekçi bir tedavi ile giderilmeli idi. Bu doğrultudaki ilk adım bir mescit yapmaktı. Bu mescit, çeşitli görevlerin gerçekleştirilme yeri ve devlet işlerini çekip çevirecek merkezî otoritenin üssü olacaktı.

Mescidin yeri belirlendi ve Müslümanlar mescidin inşa edilmesi ve gerektirdiği donanımın sağlanması için gayret ve özlem dolu ciddi bir çalışmaya giriştiler. Resulullah (s.a.a) bu çalışmalarda öncü, örnek ve Müslümanları harekete geçiren enerji kaynağı oldu. Bizzat kendisi taş ve kerpiç taşıma işine katıldı. Bir defasında karnı üzerinde taş taşırken Useyd b. Huzeyr karşısına çıktı ve: "Ey Allah'ın Resulü, o taşı ver, onu senin yerine ben taşıyayım." dedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Hayır, sen git başka bir taşı getir." dedi.

Resulullah (s.a.a) ve ailesi için de bir ev yapıldı. Bu ev büyük külfet gerektirmiş bir ev değildi. Onun ve ailesinin hayat tarzı gibi sade idi. Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a) sığınacakları bir konut bulamayan yoksulları da unutmamıştı. Mescidin bitişiğinde onlar için bir barınak yaptırmıştı.

Yapılan bu mescit, Müslümanların ibadet ve sosyal ilişkilerle ilgili hayatlarında bir üs ve yeni bir fert ve toplumun eğitilme ve oluşturulma sürecinde aktif bir merkez oldu.

3- Muhacirler ile Ensarın Kardeşleştirilmesi

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) yeni devlet kurma ve kabilenin kendisine dokunmadan kabile düzeninin bazı değerlerine son verme yolunda başka bir adım attı. Sözünü ettiğimiz kabile düzeninin bazı değerlerini ortadan kaldırmak için Müslümanlarda ortaya çıkan iman hararetinden ve karşılıklı sevgiden yararlandı. Bunun için kan ve akrabalık taraftarlığı bağını aşarak inanç ve din bağını fertler arası ilişkilerin temeli yaptı. Bu bağlamda: "Allah için ikişer ikişer kardeş olun." dedi. Arkasından Hz. Ali'nin elini tutarak: "Bu da benim kardeşimdir." dedi.

Bunu gören Müslümanlar harekete geçerek ensardan olan her kişi muhacirlerden olan bir kişiyi hayatına ortak ettiği kardeşi olarak seçti. Böylece Yesrib şehri tarihinin kanlı sayfalarından birini geride bıraktı. Çünkü bu şehrin üzerinden geçen hiçbir gün olmuyordu ki, Evs ve Hazreç kabileleri arasında Yahudilerin entrikaları ve desiseleri ile körükledikleri acı bir çatışma meydana gelmemiş olsun. Böylece Şimdi dünyanın önünde gelişmiş insanî hayat açısından yeni bir dönem açıldı. Çünkü Resulullah (s.a.a) bu kardeşleştirme ve inanca dayalı kişiler arası ilişkiler oluşturma uygulaması ile bu ümmetin sürekliliğinin ve imana dayalı aktifliğinin temelini attı.

 

 

Müslümanları Birbirine Kardeş Yapmanın Boyutları ve Sonuçları

Ekonomik Boyut

1) Muhacirleri barındırmak ve ekonomik durumlarının iyileşmesini sağlayarak yeniden normal hayatlarını sürdürmelerinin yolunu açmak.

2) Yoksulluğu ortadan kaldırma girişimi bağlamında sınıflar arasındaki farklılıkları gidermek.

3) Gayri meşru servet birikiminden uzak bir yaklaşımla ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirmek ve Yahudilerin faizci-rantiyeci ellerini kesmek.

4) Ticarî hareketi canlandırmanın yanı sıra tarımsal gelişmeyi geliştirmek. Bu amaçla muhacirler ile ensarın faaliyetlerini ve düşüncelerini kaynaştırmak, şehirde var olan bütün fırsatlardan yararlanmak.

Sosyal Boyut

1) Toplumun bünyesinde kök salmış sosyal hastalıkları ve kabile çatışmalarının tortularını ortadan kaldırmak; sevgi, sempati ve bir arada yaşama ruhunu yaygınlaştırarak İslâm'a karşı komplo kurmaya hazırlananların kullanabilecekleri gedikleri kapatmak, insanî emekleri ve enerjileri daha sonraki aşamalarda İslâm'ın hizmetine sunmak üzere çoğaltmak.

2) Gündelik ilişkilerde kabile düzenini kaldırıp onun yerine İslâmî düzen ve değerleri koymak.

3) Müslümanları fedakârlığa ve başkalarını kendi nefsine tercih etme doğrultusunda eğitmek suretiyle İslâmî risaleti yaymak için onları dünyaya açılmaya psikolojik yönden hazırlamak. Çünkü İslâm'ı yayma faaliyeti, bu yayma kampanyasında görev alacak olanlarda yüksek bir esnekliğin, hilmin ve yüce değerlerin bulunmasını gerektirir.

Siyasî Boyut

1) Düşmanların çeşitli yönlerden saldırdıkları ve desiselerini hiç durdurmadıkları bir ortamda bir tek kişi gibi Resulullah'ın (s.a.a) ve ilâhî risaletin emirleri doğrultusunda hareket edecek Müslümanlardan oluşmuş, birbirine sıkı bağla bağlı bir toplumsal doku oluşturmak.

2) Muhacirler ile ensarın taktik deneyimlerini, direnme ve ayakta durma yöntemlerini, imanî tecrübelerini ve hareket yollarını birbirine aktarmaları. Çünkü ensar, muhacirlerin yaşadıkları tecrübeleri ve sıkıntıları yaşamış değildi.

3) Devleti ve yönetim iskeletini kurmanın adımlarından biri olarak örnek kişiler bir fert tipinin oluşturulması.

4) Müslümanları İslâm değerleri uyarınca, kabilecilik ve ırkçılık ruhundan uzak bir şekilde kendilerini savunma konusunda güçlü bir biçimde bilinçlendirmek.

4- Medine Anlaşması

Hz. Peygamber'in (s.a.a), Müslümanları çatışma ve direnme şartlarında yapıcılık ve İslâm şeriatını uygulama aşamasına intikal ettirebilmesi için nispî de olsa güven ve istikrar ortamını sağlaması gerekiyordu. Çünkü çatışma ortamı, İslâm şeriatının halk kitleleri arasına yayılmasına engel olabilirdi.

Yesrib şehrinde Müslümanlara karşı var oluş mücadelesi veren rakip güçler vardı. Meselâ Yahudiler ekonomik güçleri ve bilinen siyasî entrikaları ile ve bunların yanı sıra asla azımsanmayacak silâh, teçhizat ve insan sayıları ile büyük bir yük ve potansiyel bir tehlike oluşturuyorlardı. Müşrikler de bir başka güç odağı idi. Gerçi Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve muhacirlerin gelişi ile fonksiyonları zayıfladı, ama büsbütün yok olmadı. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara karşı güzel davrandı ve onları iyilikle mukabelede bulundu.

Hz. Peygamber (s.a.a) bunların yanı sıra münafıkların da muhtemel varlığını mutlaka hesaba katmalıydı.

Öte yandan Yesrib şehri dışında Kureyşliler ile diğer müşrik kabileler vardı ki, bunlar genç İslâm devletinin varlığı için gerçek bir tehdidi temsil ediyorlardı. Resulullah (s.a.a) bunlara karşı koymak ve tehlikelerini savmak için hazırlık yapmak zorunda idi.

İşte bu noktada Resulullah'ın (s.a.a) büyüklüğü ve çeşitli güçlere yönelik ilişkilerdeki siyasî ustalığı ortaya çıktı. Başkalarına karşı iyi ve temiz niyetler göstermek ve bu güçlerin hepsini barışa ve güvene çağırmak bu ustaca ilişkinin esasını oluşturmuştur.

Müslümanlar ile Yahudiler arasında barış ve işbirliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre merkezinde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yer alacağı ve bünyesinde yaşayan herkesin insan haklarından eşit bir şekilde yararlanacağı bir devlet kurulacaktı.

Bu anlaşma belgesinin Yesrib toplumunda kurulacak ilk uygar İslâm devletinin anayasa taslağı niteliğini taşıdığını söylemek mümkündür. Bu devlet önce Arap toplumunun tümünü kapsayacak, arkasından evrensel insan toplumunun tümüne doğru gelişerek yeni İslâmî düzeni kabul ettirecekti.

Söz konusu belgenin içerdiği ilkelerin en önemlileri şunlardır:

1) Müslüman bir toplumun var olduğunu açıkça ortaya koymak ve Müslüman ferde bu topluma bağlı olduğu duygusunu güçlü bir şekilde hissettirmek.

2) Kabileleri bazı sosyal faaliyetlere iştirak ettirerek ve problemlerin bir bölümünün çözümünde onlardan yararlanarak, fonksiyonu ve yetkisi genişletilerek kabile düzeninin özünü korumak, böylece devletin omuzlarındaki yükü hafifletmek.

3) Yahudilerin, dinlerine bağlılıklarını sürdürmelerine ve dinî geleneklerini, ayinlerini uygulamalarına hoşgörü göstermek ve onları yeni İslâm devletinin vatandaşları saymak suretiyle inanç özgürlüğünü vurgulamak.

4) Yesrib şehrini, savaşmanın caiz olmadığı güvenli bir yasak bölge yaparak bu şehrin güvenliğinin dayanaklarını sağlamlaştırmak.

5) Devletin egemenliğini ve İslâm düzenini kabullenmek ve anlaşmazlıkların çözümünü sağlayacak kararları Resulullah'ın (s.a.a) şahsında temsil edilen İslâm önderliğine havale etmek.

6) Müslümanlar ile Yahudilerin tek bir siyasî düzen içinde yaşayıp o düzeni dış tehlikelere karşı savunmaları itibarı ile siyasî toplum çerçevesini genişletmek.

7) Müslüman toplumun karşılaştığı bunalımları aşmak için bu toplumun fertleri arasında yardımlaşma ruhunun yaygınlaşmasını teşvik etmek.

5- Münafıklık ve Medine'de İstikrarın Başlangıcı

Hz. Peygamber (s.a.a), Müslüman bir toplum oluşturmaya büyük önem veriyordu. Bu gerekçe ile mazereti olanların dışında kalan bütün Müslümanlara Medine'ye hicret etmeyi farz kıldı görev olarak yüklendi. Böylece bütün enerjilerin, bütün yeteneklerin bir araya getirilmesini ve bunların Medine'ye çekilmesini amaçlamıştı.

Medine şehri bu yeni dönemde güvenli ve istikrarlı bir hayata kavuştu. Bu durum başlangıçta Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısını reddeden, bu çağrıda kendi inançlarını tehdit eden bir yön gören diğer güçlerin canını sıktı. Oysa şimdi Müslüman toplumu, insanı ahlâkî erdemlere doğru yükselten bir yapı, sürekli gelişen ve hiç kimsenin, risaletini yaymasını engelleyemediği düzenli bir güç hâline geldi. Bu yüzden sözünü ettiğimiz güçlere mensup birçok kişi Müslüman olurken, diğer bölümü ya bu toplumdan uzak durmayı veya onunla ittifak ilişkisine girmeyi plânlıyordu.

Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.a) münafıklık hareketi ile genç İslâm'ı yıkmayı amaçlayan, Müslümanlar arasında ayrılık tohumları ekerek saflarını parçalamaya uğraşan ve içinde kin tutup fırsat gözeten Yahudi çabalarını da gözlem altında tutuyordu.

Uzun bir süre geçmeden İslâmiyet Medine şehrinin her evine girmeyi başardı. Genele yayılmış toplumsal düzen, İslâm'ın hâkimiyeti ve Resulullah'ın (s.a.a) önderliği altında düzene girip toplumun bünyesine oturdu.

Bu dönemde zekât, oruç hükümleri ile had cezalarını uygulamaya ilişkin hükümler yasallaştırıldı. Ayrıca namaza çağırmak için ezan okuma uygulaması da bu dönemde yürürlüğe girdi. Bundan önce Hz. Peygamber (s.a.a) namaz vakti girince birini vaktin geldiğini yüksek sesle duyurmakla görevlendirmişti. Şimdi ise ilâhî vahiy inerek Resulullah'a (s.a.a) ezanın içeriğini ve şeklini bildirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) bizzat Bilal'i çağırarak ona ezanın şeklini öğretti.

6- Kıblenin Değişmesi

Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke'de kaldığı süre boyunca namazlarında yönünü Beytu'l-Mukaddes'e doğru dönerdi. Medine'ye hicret edişinin on yedinci ayına kadar namazlarında yöneldiği bu yönü değiştirmedi. Sonra yüce Allah ona namazlarını Kâbe'ye yönelerek kılmasını emretti.

Yahudiler İslâm dinine yönelik düşmanlıklarında, Resulullah'ı ve ilâhî risaleti alaya almalarında o kadar ileri gittiler ki, Müslümanların Yahudilerin kıblesine uymalarını onlara karşı övünme konusu olarak kullandılar. Bu durum Hz. Peygamber'i (s.a.a) üzüyordu ve bir an önce kıble değişimi ile ilgili ilâhî vahyin inmesini bekliyordu. Bu sırada bir gecenin hayli ilerlemiş bir saatinde dışarı çıktı ve uzun süre gökyüzüne bakarak geceyi sabahladı. Aynı gün öğle namazının vakti gelince, Salimoğulları'nın mescidinde bulunuyordu. Öğle namazının ilk iki rekâtını kılmıştı ki, ansızın inen Cebrail (a.s) kolundan tutup yüzünü Kâbe'ye doğru çevirdi. Bu konuda ona şu ayet indi: "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir…”[1]

Kıblenin değiştirilmesi olayı, Müslümanların Resulullah'ın (s.a.a) emirlerine ne derecede boyun eğdiklerini, ona ne oranda itaatkâr olduklarını belirleyen bir sınav, Yahudilerin inatçılıklarına, alaycı tavırlarına karşı bir meydan okuma ve onların komplolarına verilmiş bir karşılık mesabesinde idi. Ayrıca Müslüman kimliğini oluşturma yönünde atılmış yeni bir adım niteliği taşıyordu.

7- Askerî Çatışmanın Başlaması

İnsanlara hükmeden, onlar üzerinde üstünlük kuran faktör, güçtür. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar bu ortamda Medine'de meydana gelen nispî istikrardan sonra Arap Yarımadası'nda, hatta Bizans ve Fars gibi yarımada dışında etkili olan güçlere karşı İslâm risaletini yayma ve ilâhî direktiflere uygun bir uygarlık oluşturma konusundaki ısrarını pekiştirmek için harekete geçti. Müslümanların elinde başkalarının sahip olmadıkları uygarlık geliştirme araçları vardı. Onlar kendilerine özgü bir inancın ve düşünce sisteminin sahipleri, hakkın ve adaletin isteklileri, barışın ve güvenin yasallaştırıcıları, kılıcın ve savaşın ustaları idiler.

Resulullah'ın (s.a.a) beklentisine göre, Kureyş kabilesi ve Peygamber'e düşmanlık besleyen diğer güçlerin belli bir süre sonra bile olsa Müslümanları kökten yok etme girişimine başvuracaklardı. Bilindiği gibi daha önce ensar Müslümanlarından İkinci Akabe Biati'nde destek ve hak uğruna savaşma isteğinde bulunmuştu. Ayrıca Kureyşlilerin kendisi saldırılarına ve zulümlerine devam ediyorlardı. Hatta Mekke'den göç eden Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve Müslümanları yok etmek amacı ile onların peşlerine düşmüşlerdi. Bunun yanı sıra Mekke Müslümanlarının mallarına el koyuyor ve evlerini yakıyorlardı. Hz. Peygamber ve özellikle muhacir Müslümanları şunu arzu ediyorlardı: Kureyş kabilesi ya kendi isteği ile Müslümanlığı kabul etsin veya hiç değilse azgınlığına devam etmesin.

İşte bu gerekçe ile Hz. Peygamber (s.a.a) seriyeleri görevlendirmeyi başlattı. Bunlar Müslümanların varlıklarını ve teslim olmadıklarını ilân etmek için hareket eden küçük birliklerdi. Silâhlarının ve teçhizatlarının basit ve sayılarının sınırlı olduğunu, sayılarının mevcutlarının altmış kişiyi geçmediğini, savaşacakları ve destekleyecekleri yolunda Hz. Peygamber'e biat etmiş olan ensardan aralarında hiç kimsenin bulunmadığını ve hepsinin muhacirlerden oluştuğunu nazar-ı itibara aldığımız zaman şu gerçeği görürüz: Bu birlikler savaşmak için tertiplenmiş güçler değildi. Sadece Kureyşliler üzerinde ekonomik baskı oluşturmaları amaçlanıyordu. Ayrıca Kureyşlilerin ya duyarlı bir kulakla ve açık bir kalp ile hakkın sesini işitmeleri veya Müslümanlar ile barış yaparak İslâm'ın diğer yörelere yayılması yolundaki faaliyetleri sırasında onlara sataşmamaları bekleniyordu. Bütün bunlara ek olarak Yahudilere ve münafıklara İslâm'ın gücünün ve Müslümanların heybetinin, azametinin hissettirilmesi gerekiyordu.

Böylece hicretin üzerinden yedi ay geçtikten sonra ilk seriye sefere çıktı. Otuz kişiden oluşan bu birliğin komutanı Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza idi. Bunu Ubeyde b. Haris'in komutasında sefere çıkan ikinci ve arkasından Sa'd b. Ebu Vakkas'ın başında bulunduğu üçüncü bir seriye izledi.

Hz. Peygamber (s.a.a) de hicretin ikinci yılının safer ayında bağlılarından oluşan bir birliğin başında Kureyş kervanlarının maksada ulaşmasını engellemek amacıyla yola çıktı. Fakat Ebva ve Bevad adları ile bilinen yerlere doğru yapılan bu seferinde iki taraf arasında çatışma meydana gelmedi. Zu'l-Uşeyre'ye yönelik seferi sırasında ise Mudliçoğulları ile onların Zamureoğulları'ndan olan müttefikleriyle anlaşıp sulh yaptı.

Kurz b. Cabir el-Fehrî'nin Medine civarında yağmacılığa girişerek deve ve küçükbaş hayvanı hırsızlığına girişmesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) yeni devletin itibarını geri getirmek ve saldırganı cezalandırmak için harekete geçerek onu kovalamaya girişti. Giderken Medine'de Zeyd b. Harise'yi yerine bıraktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu askerî hareketlerinde akrabacılık ve intikam alma kavramı ile değil, cihat ve din uğruna fedakârlık kavramı ile yola çıktı. Ayrıca barış, sözleşme ve yasak aylarda savaşılmaması geleneklerine de saygı gösterdi.


GENÇ DEVLETİN SAVUNULMASI

1- Büyük Bedir Savaşı

Savaşmaya ilişkin ilâhî emrin inmesi ile İslâm risaletinin şirk ve sapıklık güçleri arasındaki çatışma yeni bir aşamaya girdi. Muhacirlerin gönüllerinde, daha önce kendilerinden gasp edilmiş haklarının geri alınması konusunda ciddi bir arzu uyandı. Kureyşliler onların bu haklarını sadece tek Allah'a inandılar diye gasp etmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Zatu'l-Uşeyre Gazvesi'nde gözden kaybettikleri Kureyşlilerin Şam'a giderken gözden kaybettikleri kervanlarını gözetim altına aldı. O, bu gözetmeye hafif teçhizatlı ve az sayıda kişiden oluşan bir birlikle çıktı. Beklediği şey, Mekkelilerin çoğunluğunun büyük ticarî hisselerini taşıyan kervanla karşılaşmaktı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu hareketi gizli kalmadı. Haberi Mekke'ye ve söz konusu kervanın komutanı olan Ebu Süfyan'a ulaştı. Ebu Süfyan bu haberi alınca, kafilenin yolunu Müslümanlara yakalanmaktan kurtulacak şekilde başka bir yöne çevirdi... Haberi alan Kureyşliler paniğe kapılmış hâlde mallarını almak için harekete geçtiler. Müslümanlara yönelik kin ve kıskançlık duygularının ateşi ile tutuşmuşlardı. Bu arada Kureyş kabilesinin birkaç ileri geleni meseleye daha temkinli ve serinkanlı bir şekilde bakarak özellikle Ebu Süfyan'ın kervanla birlikte yakalanmaktan kurtulduğunun haberi gelince, yola çıkmamayı Müslümanlar ile karşılaşmamaya tercih ettiler.

Kureyş kabilesi bu sefere, ağır silâh ve teçhizatla donanmış bin kişiye yakın bir birlikle çıktı. Temel dürtüsü, zorbalığı ve Araplar arasındaki itibarından kaynaklanan gururu idi. Başka kabilelerden gelen birlikler de yardımına koşmuştu. Ya Müslümanlar ile karşılaşmakta veya kervanlarını korumasız bırakmayacağını kanıtlamakta ısrarlı idi. Böylece Müslümanların ikinci bir sataşmasına uğramayı önleyeceğini hesap ediyordu. Çünkü Kureyş kabilesi, üstünlük kurduğundan beri hiç alçalma yüzü görmemişti. Nitekim Resulullah (s.a.a) ilk defa Kureyş kabilesi ile karşılaşmak isteyince, bazı sahabîleri bu hususu ona ifade etmişlerdi.

Kureyşliler Bedir suyu yakınlarına inerek savaşmak üzere saflarını düzenlediler. Üç yüz on üç kişiden oluşan Müslümanlar ise Kureyşlilerden önce savaş yerine gelmişlerdi. Yüce Allah, Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar için zaferin ön imkânlarını ve sebeplerini hazırladı. Onların savaş yerine kolayca ulaşmalarını sağladı. Gönüllerine güven ve sükûnet duygusu doldurdu. Onlara düşmanlarına karşı zafer ve hak dini üstün getirmeyi vaat etti.[1]

Gerçi Müslümanlar Kureyşlilerin kendileri ile karşılaşmak için sefere çıkacaklarını beklemiyorlardı; fakat kervan ellerinden çıkıp yolunu şaşırıp da hedef savaşa dönüşünce, Peygamber efendimiz (s.a.a) muhacirlerin ve ensarın niyetlerini öğrenmek istedi. Bu maksatla ayağa kalktı ve "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" dedi.

Muhacirlerden biri ayağa kalktı ve düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyi ve korkmayı ifade eden bir konuşma yaptı. Arkasından Mikdad b. Amr ayağa kalktı ve şunları söyledi: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın emri uyarınca hareket et. Vallahi, biz İsrailoğulları'nın peygamberlerine: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız.”[2] şeklinde söyledikleri sözün benzerini sana söylemeyiz. Biz: 'Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz de sizinle birlikte savaşmaya hazırız!' diyoruz. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer bizi Birku'l-Gimad'a götürsen seninle birlikte geliriz."

Resulullah (s.a.a) Mikdad'a: "İyi, güzel." dedi ve az önceki: "Ey insanlar, bana görüşünüzü söyleyin!" sözünü tekrarladı. Bu tekrarlamaktaki maksadı, ensar Müslümanlarının görüşünü işitmekti. Çünkü onlar hicretten önce Akabe'de canları ve malları ile Peygamber'i desteleyeceklerine, savunacaklarına dair ona biat etmişlerdi.

Bunun üzerine Sa'd b. Muaz ayağa kalkarak: "Ensar adına ben cevap vereceğim. Ey Allah'ın Resulü, bizi kastediyor gibisin." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "Evet." demesi üzerine Sa'd sözlerine şöyle devam etti: "Biz sana inandık, senin söylediklerini onayladık. Bize getirip duyurduğun her mesajın doğru olduğuna tanıklık ettik. Sözünü dinleyeceğimize ve emirlerine uyacağımıza dair sana söz verdik ve taahhütte bulunduk. Ey Allah'ın peygamberi, yoluna devam et. Seni hak üzere peygamber gönderen Allah adı üzerine yemin ederim ki, eğer şu denizin karşısına insen de oraya dalsan, seninle birlikte biz de oraya dalarız ve bir tek kişimiz bile geri kalmaz. Yarın düşmanımızın bizimle karşılaşmasından  çıkmasından hoşnutsuz değiliz. Biz savaşta sabırlı ve düşmanla karşılaşma sırasında sözünde duran kişileriz. Umuyorum ki, yüce Allah bizden yana sana gözünü aydınlatan bir sonuç gösterir."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle dedi: "Allah'ın bereketi üzerine yürüyün. Zira Allah bana iki topluluktan (kervan veya Kureyş ordusundan) birisinin bizim olacağını vaat etti. Vallahi, ben Kureyşlilerin yere serilmiş ölülerini görür gibiyim."

Müslümanlar, savaşmak için uygun olan yeri seçmekle, su hazırlamakla ve düşmanla karşılaşmak ile ilgili koruyucu tedbirleri almakla işe başlayarak savaşa hazırlanıp gerekli hazırlıkları tamamladılar. Resulullah (s.a.a) da her durumda ve her vesile ile dua ediyor, Allah'tan zafer istiyordu. Önder Peygamber (s.a.a), Müslümanların gönüllerine daima sabır, yiğitlik ve güven aşılayan coşturucu bir güç idi. Ayrıca onlarda heyecan cesaret veriyor ve ilâhî desteğin geleceğini bildiriyordu haberini veriyordu.

Müslümanlar, Hz. Peygamber'in etrafını sardılar. Onlar inanç uğruna fedakârlığa hazır olmanın en çarpıcı tablosunu ortaya koyuyorlardı. Ayrıca savaşın istemedikleri şekilde gelişmesi ihtimaline karşı alternatif plân üzerine düşünüyorlardı. Hz. Peygamber'ein (s.a.a) komuta merkezi olarak bir gölgelik hazırladılar. Peygamber savaşı buradan gözetleyecekti. Kureyşlilerin durumu hakkında bilgi almak için bir haber alma birliği çıktı. Bu birlik Hz. Peygamber'e (s.a.a) getirdiği gerekli haberler ile döndü. Kureyşli savaşçıların sayısı dokuz yüz elli ile bin kişi arasında tahmin edildi.

Resulullah (s.a.a) ayağa kalkarak Müslümanların saflarını düzenleyerek savaşta nasıl dizileceklerini belirledi. Büyük sancağı Hz. Ali'ye (a.s) verdi. Kureyşlilere birini göndererek geri dönmelerini teklif etti. Çünkü savaştan hoşlanmıyordu. Bu teklif müşrikler arasında görüş ayrılığına yol açtı. Kimi barış isteklisi olurken, kimi de saldırganlığın ısrarlısı oldu.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlara savaşın başlatıcıları olmamalarını emretti ve dua etmeye koyuldu. Şöyle diyordu: "Allah'ım, eğer bu cemaat yok olursa, artık sana hiçbir kulluk eden kalmayacak."

Eski savaşlarda âdet olduğu üzere müşriklerden Utbe b. Rabia, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ileri atılarak Kureyşli Müslümanlardan kendileri ile teke tek dövüşecek dengeleri olan rakipler istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Ubeyde b. Haris'e, Hamza b. Abdulmuttalib'e ve Ali b. Ebu Talib'e şöyle dedi: "Ey Haşimoğulları, kalkın Peygamberinizin getirdiği hakkınızla savaşın. Çünkü onlar Allah'ın nurunu söndürmek için batılları ile geldiler."

Teke tek dövüşmek için öne çıkan Kureyşlilerin her üçü de öldürüldü. Arkasından iki ordu savaşa tutuştu. Resulullah (s.a.a) sürekli olarak Müslümanların gönüllerine cesaret ve kahramanlık aşılıyordu. Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) avucuna kum tanecikleri doldurdu ve: "Yüzleri çirkinleşsin!" diyerek Kureyşlilerin yüzlerine doğru attı. Bütün Kureyşliler savaşmayı bırakarak gözlerini ovmaya mecbur kaldılar. Bu olay Kureyşlilerin bozguna uğramalarının sebebi oldu. Resulullah (s.a.a) müşriklerin cesetlerinin Bedir Kuyusu'na atılmalarından sonra kuyunun başına dikilerek ve Kureyş ölülerine isimleri ile seslenerek şunları söyledi: "Rabbinizin size vermiş olduğu sözlerin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben Rabbimin bana vaat ettiklerinin doğru olduğunu gördüm." Müslümanların: "Ey Allah'ın Resulü, ölmüş olan bir topluluğa mı sesleniyorsun?" diye sormaları üzerine: "Onlar tıpkı sizler gibi (söylenenleri) işitirler, fakat cevap vermeleri engellenmiştir." dedi.

Savaşın Sonuçları

Bedir Savaşı, geride büyük sonuçlar bıraktı. Müşrikler her yandan hayal kırıklığı ve zilletle kuşatılmış olarak Mekke'ye doğru kaçtılar. Arkalarında yetmiş ölü, yetmiş esir ve çok sayıda savaş ganimeti bırakmışlardı... Muzaffer Müslümanların safları arasında savaş ganimetlerinin nasıl bölüşüleceği üzerinde görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Hz. Peygamber bu konudaki görüşünü daha sonra açıklamak üzere ele geçen ganimetlerin bir yere toplanmasını emretti. Bu sırada ganimetlerin bölüştürülmesini düzenleyen ve humus ile ilgili hükümleri yasallaştıran Enfâl Suresi'nin ilâhî emri bildiren ayetleri indi. Bu emir üzerine Hz. Peygamber her savaşçıya, diğer arkadaşları ile eşit olacak şekilde, payına düşen ganimeti verdi.

Resulullah (s.a.a) müşrik esirlerle ilgili özel bir açıklama yaptı. Bu açıklamaya göre on tane Müslüman çocuğa okuma-yazma öğreten esirler bu hizmetleri ile fidyelerini ödemiş sayılarak serbest kalacaklardı. Böylelikle Hz. Peygamber İslâm inancının hoşgörüsünü, eğitime ve uygar insan yetiştirmeye yönelik teşvik edici tutumunu kanıtlıyordu. Geride kalan esirlerin ise kurtarmalık fidyelerini dört bin dirhem olarak belirledi. Bu karar, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeyneb'in kocası olan Ebu'l-As'ı da kapsıyordu. Hz. Peygamber onu diğer müşrik esirlerden ayrı tutmamıştı.

Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeynep, esir kocasını serbest bıraktırmanın fidyesi olsun diye gerdanlığını gönderdi. Hz. Peygamber kızının gönderdiği gerdanlığı görünce eşi Hz. Hatice'yi hatırlayarak ağladı ve Müslümanlara dönerek: "Eğer bu kızımın esirini serbest bırakmayı ve gerdanlığını geri vermeyi uygun görüyorsanız öyle yapın!" dedi.

Rahmet Peygamberi'nin Müslümanlara yönelik bu talebi ne kadar kolaydı. Serbest kalan Ebu'l-As, Resulullah'a (s.a.a) verdiği söz uyarınca Zeyneb'i Medine'ye göndermek üzere hemen Mekke'ye hareket etti.

Zafer ve açık fetih müjdesi Medine'ye doğru dalga dalga yayıldı. Yahudilerin ve münafıkların kalpleri endişe ve korku ile titredi. Zafer haberini yalanlamaya çalıştılar. Öte yandan Müslümanlar sevinç ve sürurla coşarak savaşın muzaffer önderi olan Hz. Peygamber'i karşılamaya çıktılar.

Mekkeliler ise derin bir acıya gömülmüşlerdi. Şehrin havası üzerine hüzün çökmüştü. Yedikleri darbenin etkisi ile müşrikler kendilerinden geçmiş, akıllarını yitirmişlerdi. Mekke'nin bütün evleri ile çevresi mateme bürünmüştü.

Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu kader belirleyici savaş ile ilgili açık naslar içerir. Bu ayetler olayların ayrıntılarını anlatır, Rabbine samimiyetle bağlı Müslüman ümmetin, ilâhî risaleti yayma yolunda gördüğü ilâhî desteği açık bir dille ifade eder.

Hz. Ali (a.s) bu büyük savaşta İslâm'ı savunmak için olanca gücünü ortaya koydu, ya zafer ya ölüm, diyerek kendini savaşa attı. Savaş başlamadan önce Velid b. Utbe'yi ikili dövüşmede öldürdü. Ayrıca amcası Hamza ile Ubeyde b. Haris'e rakipleri Şeybe ve Utbe'yi öldürmede yardımcı oldu. Şeyh Mufid, Hz. Ali'nin (a.s) Bedir Savaşı'nda öldürdüğü otuz altı kişinin adını sayar. Öldürülmelerine katkıda bulunduğu kişiler bu hesabın dışındadır. İbn-i İshak: "Bedir Savaşı'nda ölen müşriklerin çoğunluğunu Hz. Ali öldürdü." diyor.

Bu hezimet, Kureyş kabilesini ticaret güzergâhını Şam'dan Irak yönüne değiştirmeye başvurmak zorunda bıraktı. Çünkü artık Müslümanlar güçlü bir varlık oldular ve bu varlık Arap Yarımadası toplumunun birleşimi üzerinde etkili bir konum kazanmıştı. Öyle ki, bu varlık yavaş yavaş gücünü gösterirken, Kureyş kabilesi Arap kabileleri arasında sahip olduğu ürkütücü imajını günden güne kaybediyordu. Bu arada gerek Müslümanlar arasında ve gerekse Müslümanlar ile önderleri Resulullah (s.a.a) arasındaki bağlar güçlenmeye başlamıştı.

2- Hz. Peygamber'in Hz. Fatıma'nın Evlenmesine Önem Vermesi

Hz. Fatıma (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) kalbinde yüksek bir konuma derecenin sahip idi. Çünkü Hz. Peygamber onun şahsında teselliyi, gönül okşamayı, Hz. Hatice'nin (a.s) bıraktığı hoş simayı ve gelecekteki temiz soyunu buluyordu. Hz. Fatıma (a.s), risaletin sıkıntılarını Hz. Peygamber (s.a.a) ile paylaştı ve bu sıkıntıları hafifletmek için çok çaba harcadı. Bu yüzden Hz. Peygamber, Hz. Fatıam onun için: "O, babasının anasıdır." dedi.

Hz. Fatıma (a.s) nübüvvet evinde kadınlık çağına girince, nübüvvet kaynağından ve risalet pınarından beslenmiş bir genç kız olarak fazileti, İslâm'daki geçmişi, şerefi ve serveti ile tanınan Kureyş ileri gelenleri onu Hz. Peygamber'den (s.a.a) istediler. Hz. Peygamber bu teklifleri anlamlı sözlerle ve nazik bir şekilde reddederken ya: "Onun hakkında takdirin kararını bekliyorum." veya: "Gökten gelecek emri bekliyorum." derdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali b. Ebu Talib'in (a.s) öne atılıp Hz. Fatıma'ya talip olması ile rahatladı. Hz. Ali'ye şöyle dedi: "Ey Ali, müjdeler olsun sana. Ben yeryüzünde onu seninle evlendirmeden önce yüce Allah onu seninle gökyüzünde evlendirdi. Sen gelmeden önce gökten bir melek inerek bana dedi ki: Ey Muhammed, -yüce- Allah yeryüzüne bir kere baktı ve kulları arasından seni seçerek risaleti ile görevlendirdi. Sonra ikinci bir kere yeryüzüne baktı ve oradan sana bir kardeş, bir yardımcı, bir dost ve bir damat seçti. Kızın Fatıma'yı onunla evlendir. Gökteki melekler bu evliliği törenle kutladılar. Ey Muhammed, -yüce- Allah sana, yeryüzünde Ali'yi Fatıma ile evlendirmeni ve onlara dünyada ve ahirette temiz, soylu, arınmış, hayırlı ve faziletli iki evlâtları olacağı müjdesini vermeni emretmemi emretti."

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın nikâhlarını muhacirler ile ensardan oluşmuş bir cemaatin huzurunda kıydı. Nikâh sırasında küçük ve az bir mihir belirlendi. Böylece Hz. Peygamber pahalı mihirden kaçınmanın ümmet tarafından uyulacak bir sünnet olması yolundaki arzusunu göstermiş oldu. Hz. Fatıma'nın (a.s) ev eşyası Resulullah'ın (s.a.a) önüne konduğu zaman -ki, yemek kaplarının çoğu çömlektendi- yaşlı gözleri yaşla doldu ve ile şöyle dedi: "Allah'ım, kap-kacağının çoğunluğu çömlekten olan bu ev halkına bereket ihsan eyle."

Hz. Peygamber (s.a.a) kızı Hz. Fatıma'nın evliliğine, bütün ayrıntılarında son derece büyük bir önem verdi. Bu önemin bir göstergesi, zifaf gecesi bu eşler için yapmış olduğu duadır. O duada şöyle dedi: "Allah'ım, iki yakalarını bir arada tut; kalplerini uzlaştır, onları ve soylarından gelecek olanları nimet dolu cennetinin vârislerinden eyle. Onlara temiz, pak ve mübarek zürriyet nasip et, zürriyetlerini bereketli kıl ve onları senin emrin uyarınca insanları itaatine yönlendiren ve senin razı olduğun şeyleri emreden imamlar yap!"

Başka bir duasında da şöyle dedi: "Ey Rabbim, sen gönderdiğin her peygambere bir Ehl-i Beyt nasip ettin. Allah'ım, benim doğru yola iletici Ehl-i Beytimi de Ali'den ve Fatıma'dan karar kıl." Sonra da şunları söyledi: "Allah sizi tertemiz kıldı ve soyunuzu tertemiz kıldı. Sizinle barışık olan ile ben de barışığım. Sizin ile savaşanla ben de savaştayım."

3- Yahudiler ile Sıcak Çatışma ve Benî Kaynuka'nın Sürgün Edilmesi

Yahudiler İslâm'ın ve Müslümanların güçlenmesinin kendileri için taşıdığı tehlikeyi somut olarak idrak ettiler. Çünkü yeni oluşmuş bu yapı artık köklü ve sağlam bir ağaç, güçlü bir bilek olmuş ve İslâm risaleti, isteğince hükmeden bir güce dönüşmüştü.

Aradaki barış anlaşması, Bedir Savaşı'ndan önce çatışmanın her iki tarafını frenleyen ve patlama tehlikesini önleyen bir emniyet supabı idi. Fakat Müslümanları güçlendiren Bedir zaferi, Yahudilerdeki düşmanlık ruhunu körükledi ve kötülük dürtüsünü alevlendirdi. Münafık unsurlar da onlara yardımcı oluyordu. Bu destekle iyice şımaran Yahudiler, Müslümanlara kötü sözler dokundurmaya, aleyhlerinde entrika çevirmeye, hiciv içerikli şiirler göndermeye başladılar. Yeni dinlerinin yanı sıra yeni bir otorite sahibi de olan Müslümanları kışkırtmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı.

Onlardan gelen bu yoldaki haberler Resulullah (s.a.a) için gizli bir şey değildi. O nedenle Müslümanlarda İslâm'ı ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) savunma cesareti, hatta hırsı uyandı. Nitekim Müslüman bir fedaî olan Salim b. Umeyr, kendini tutamayarak Hz. Peygamber hakkında hakaret içerikli sözler sarf eden Avfoğulları'ndan Ebu Afek adındaki bir müşriki öldürüverdi. Aynı girişim, müşrik ve kindar bir kadın olan Asma bint-i Mervan hakkında da tekerrür etti. Müslümanlar ayrıca kendilerine sürekli biçimde sataşan, onlarla alay eden ve namuslarına dil uzatan Kâ'b b. Eşref adındaki kişiyi suikast yolu ile öldürmeyi gerçekleştirdiler.

Yahudilerin tahrikçi davranışları, asılsız olayları yaymaları, yalan propagandaları, Müslümanlara meydan okumaları durmak bilmiyordu. Böylece barış içinde bir arada yaşama anlaşmasını çiğnemiş oluyorlardı. Bu nedenle rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.a) onlarla aradaki ilişkileri istikrara kavuşturmak düşüncesi ile Kaynukaoğulları adı ile bilinen Yahudi kabilesi ile görüşmeye gitti. Onlara hikmetle ve güzel öğütle bir çağrı yaptı. Ayrıca kendilerini hoşnutsuzluk doğuran siyasetlerinin ve hareketlerinin kötü akıbeti hakkında uyardı. Pazaryerlerinde onları toparladı ve şunları söyledi: "Ey Yahudi topluluğu, Kureyş kabilesinin başına gelen felâketin bir benzerinin sizin de başınıza gelmesi hususunda Allah'tan sakının ve Müslüman olun! Çünkü siz benim Allah'ın gönderdiği bir peygamber olduğumu öteden beri biliyorsunuz. Zira bu gerçeği kutsal kitabınızda ve Allah'ın size yönelik ahdinde buluyorsunuz."

Hz. Peygamber'in bu sözleri onların böbürlenmelerini ve büyüklük taslamalarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Hz. Peygamber'e şu karşılığı verdiler: "Ey Muhammed, savaşta karşılaştığın kimseler seni aldatmasın. Sen ham, cahil ve tecrübesiz adamlardan oluşmuş kavimleri mağlup ettin. Ama biz, vallahi, savaş ustası bir kavimiz. Eğer bizimle savaşırsan şimdiye kadar bizim gibi birileri ile savaşmadığını öğrenirsin."

Yahudilerin pisliklerini ortaya seren son hareketleri, Müslüman bir kadına sataşıp ırzına geçmeleri oldu. Bu olay, bir Yahudi ile bir Müslüman'ın öldürülmesine yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar ile birlikte harekete geçerek Kaynukaoğulları diye anılan bu Yahudi kabilesini evlerinde kuşatmaya aldı. Bu kuşatma ara vermeksizin on beş gün sürdü. Öyle ki bu kabilenin ne bir ferdi kabile sınırları dışına çıkabiliyordu ve ne dışardan biri onların yanına gidebiliyordu. Netice itibariyle teslim olmaktan ve Hz. Peygamber'in (s.a.a), silâhlarını ve teçhizatlarını bırakarak Medine'yi terk etmeleri yolundaki kararına boyun eğmekten başka yapacakları bir şey kalmadı. Böylece Medine, en önemli kötülük unsurlarının birisinden boşaltıldı ve şehirde siyasî istikrar ve sükûnet hâkim oldu. Çünkü bu boşaltma işlemi, Müslümanların gücünü, yönetim sistemindeki gelişmeyi, hikmet dolu bir plân uyarınca çalışan önderlik makamı ile İslâm devletinin gücünün arttığını gördükten sonra Müslüman olmayanların varlığı ve fonksiyonu azaldı.

4- Müslümanların Zaferlerinden Sonra Kureyşlilerin Tepkisi

Ebu Süfyan, Kureyşli süvarilerden oluşan bir grubun başına geçerek Medine'ye doğru yola çıktı. Bunları harekete geçiren dürtü, Müslümanları fırsatını gözeterek pusuya düşürüp ansızın öldürme ve Bedir'de kaybolmuş olan kabilelerinin itibarını geri alma yönündeki gaddarca düşünceleri idi. Medine yakınlarında birtakım karışıklıklar çıkardılar; fakat Müslümanların kılıçları başlarına iner korkusu ile geri dönüp kaçtılar.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hemen bu saldırgan müşriklerin peşine düştüler. Onları karşılık vermeye sevk eden faktör ise dinlerine bağlılıkları idi. Böylece genç devletin egemenliğini savunmaya kararlı olduklarını, onu kötü ellerden korumaktan asla geri durmayacaklarını pekiştirmek istiyorlardı.

Müşrikler kaçarken kendilerine lâzım olan her şeyi geride bıraktılar. Yanlarında yemeklik olarak taşıdıkları kavut torbalarını attılar. Arkalarından gelen Müslümanlar yere atılan bu kavutları topladılar. O yüzden bu savaşa "Sevik=Kavut Savaşı" adı verildi. Bu savaş, Kureyşliler için bir başka zillet olduğu gibi, düzenli bir güç olarak İslâm varlığının artık somut ve inkâr edilmez bir gerçek olduğu haberi ile çalkalanan diğer Arap kabileleri için de pekiştirici bir kanıt oldu.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu aşamada en çok önem verdiği şey, Medine'deki Müslüman toplumun çeşitli katmanlarında güvenliğin tam olarak sağlanması ve herhangi bir muhtemel saldırının önlenmesi idi. Üstelik İslâm'a girmeye yanaşmamış olan ve içlerinden ona karşı düşmanlık besleyen bazı kabileler Resulullah'a ve Müslümanlara karşı uygun bir tutum takınma yoluna girmiş değillerdi. Bunlar Medine'ye saldırmak üzere askerî hazırlık yapıyorlar ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendilerine karşı koymaya çıktığını işitince kaçıyorlardı.

Bu sıralarda Hz. Peygamber (s.a.a) Zeyd b. Harise komutasında bir başka seriyeyi sefere çıkardı. Görevi, Kureyşlilerin Irak üzerinden işleyen yeni ticaret yolunu kesmekti. Seriye bu görevini başarı ile gerçekleştirdi.

5- Uhud Savaşı[3]

Bedir Savaşı'nı izleyen günler Kureyşliler ve müşrikler için ağır oldu. Medine'de ise Hz. Peygamber (s.a.a) yeni Müslüman bireyleri eğitmeye insan tipini oluşturmaya ve devleti yapılandırmaya aralıksız devam ediyordu. Bu arada ilâhî ayetler birbiri peşi sıra iniyor ve bu inen ayetler insanın davranışlarını ve hayatlarını yasal ilkelere bağlarken Hz. Peygamber (s.a.a) gelen direktifleri açıklıyor, hükümleri uyguluyor ve herkesi Allah'a itaat etmeye yönlendiriyordu.

Diğer taraftan Mekke müşrikleri ile yandaşlarının kafalarında Müslümanlara karşı yeni bir savaşa girmenin sebepleri ve faktörleri yoğunlaşmaya başlamıştı. Böylece omuzlarına çöken Bedir hezimetinin kâbusunu dağıtmayı ve Bedir'de en büyük zarara uğramış olan Emevî ailesinin lideri Ebu Süfyan'ın körüklemeyi sürdürdüğü kinin ateşini söndürmeyi dindirmeği hesap ediyorlardı. Savaşta yakınları ölen kadınların yas tutup ağlamaları ile bütün ticaret yollarını kaybeden tüccarların hırsları da bu savaş isteğini körükleyen iki diğer faktör idi.

Dolayısıyla, başlatılmak istenen yeni savaş Müslümanları zayıflatarak Şam'a giden ticaret yollarını güven kazandırmaya yönelik bir girişimdi. Öte yandan Müslümanların askerî gücünün gelişmesi durdurularak, Mekke'nin istilâ edilmesi ve bu şehre egemen olan müşriklik inancının ortadan kaldırılması tehlikesi bertaraf edilmiş olacaktı. Harp hazırlığına katkıda bulunan bir başka faktör de, Medine'deki Yahudilerin ve münafıkların Kureyş kabilesi ile yandaşlarının Medine'yi ele geçirip İslâmiyet'i ortadan kaldırmaya yönelik teşvikleri idi.

Mekke'de bulunan Abdulmuttalip oğlu Abbas, Hz. Peygamber'e (s.a.a) derhal bir mektup yazarak Kureyşlilerin savaş için söz birliği ettiklerini; silâh, teçhizat ve asker hazırlığına giriştiklerini haber verdi. Mektupta verilen bilgiye göre, Kureyşliler kadınlarını da kendileri ile birlikte sefere çıkarmayı plânlayarak başka kabilelere de kendileri ile birlikte savaşmak için çağrı yapmış, savaşı ve çatışma azmini kışkırtmak için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardı.

Bu mektup gizli yollardan Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaştı. Fakat Peygamber durum açıklık kazanıncaya ve savaş için gerekli hazırlıklar yapılıncaya kadar bu haberi Müslümanlardan sakladı.

Atlı çok büyük atlı şirk ordusu, yürüyüşünü sürdürerek Medine'ye yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) Enes ile Munis adlarındaki Fudale'nin iki oğlundan sonra düşmanın durumu hakkında bilgi almak üzere Hubab b. Munzir'i gizlice müşrik ordusunun yakınlarına gönderdi. Hubab'ın getirdiği haber ve düşmanla ilgili verdiği ayrıntılı bilgiler Abbas'ın mektubunda verilen bilgiler ve Fudale'nin iki oğlunun getirdiği haberlerle uyuşuyordu. Resulullah'ın (s.a.a) bu haberi kendileri ile paylaştığı Müslümanlardan birkaçı düşmanın baskınına uğrama korkusu ile tedbirli olmak için uyanık olmaya yöneldiler.

Resulullah (s.a.a) bir süre sonra Kureyşlilerin savaşmak için Medine'ye doğru geldiklerini açıkladı ve sahabîleri ile istişare etmeye girişti. Sahabîlerin görüşleri farklı oldu. Kimi Medine'de kalıp savunma yapmayı, kimi de düşmanı Medine dışında karşılamayı uygun gördü. Savaş plânını önceden belirlemek Hz. Peygamber (s.a.a) için zor değildi. Fakat o, Müslümanlara sorumluluklarını hissettirmeyi istiyordu. Müzakereler sonunda dışarı çıkıp düşmanı karşılamak ve onunla şehir dışında savaşmak şıkkı üzerinde ortak görüşe varıldı. Karara varıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) cuma namazını kıldırdı, arkasından minbere çıkarak cemaate bir konuşma yaptı. Konuşmasında cemaate öğütler verdi, onlara Allah'a itaat etmelerini hatırlattı, kendilerine ciddi gayret göstermelerini, cihat etmelerini ve sabırlı olmalarını emretti. Sonra minberden inip evine girdi ve zırhını giydi. Bu olay, Müslümanları heyecanlandırdı ve onları şiddetle sarstı. Çünkü Medine dışına çıkmaya Resulullah'ı (s.a.a) kendilerinin zorladıklarını sandılar ve bu düşünce ile ona: "Ey Allah'ın Resulü, sana karşı çıkmak bizim haddimiz değildir; sen neyi uygun görüyorsan onu yap." dediler. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara şu karşılığı verdi: "Bir peygamber zırhını giyince, savaşmadan onu çıkarması kendisine yakışmaz."

Ardından Hz. Peygamber (s.a.a) bin Müslüman savaşçının başında sefere çıktı. Müşriklere karşı Yahudilerden yardım almayı reddetti. Bu kararının gerekçesini: "Şirk ehline karşı şirk ehlinden yardım istemeyin!" şeklindeki sözleriyle açıkladı. Münafıklar, Müslümanlara karşı besledikleri kini saklamayı başaramadılar. Nitekim Abdullah b. Ubey üç yüz kişilik savaşçısı ile yarı yolda Resulullah'tan ayrıldı. Böylece Resulullah'ın yanında yedi yüz savaşçı kaldı. Oysa müşrik savaşçıların sayısı üç binden fazla idi.

Uhud tepesinin eteğinde Hz. Peygamber (s.a.a), desteklenen zaferi garantiye bağlamak amacı ile sağlam bir yerleşme düzeni hazırladı. Sonra ayağa kalkarak Müslüman savaşçılar önünde şu konuşmayı yaptı:

"Ey insanlar, size Allah'ın bana kitabında tavsiye ettiğini tavsiye ediyorum. O da O'na itaat etmek ve O'nun haram ettiği şeylerden uzak durmaktır. İmdi, siz bugün ödül ve birikim yurdundasınız. Bu ödül ve birikim, üzerindeki yükümlülüğü hatırlayanlar ve sabır, kesin inanç, ciddiyet ve şevk üzere nefsini bu yükümlülüğe adayanlar içindir. Zira düşmana karşı cihat etmek, nefsin hoşlanmadığı ağır bir iştir. Buna sabreden az olur. Yalnız Allah'ın rüştünü pekiştirdiği kimseler bu sabrı gösterir. Çünkü Allah kendisine itaat edenlerle beraberdir, şeytan da ona asi olanlarla beraberdir. Amellerinizi cihada sabretmek ile açın. Bununla Allah'ın size vaat ettiği ödüle talip olun. Size düşen, Allah'ın size emrettiğini yapmaktır. Ben sizin rüştünüze büyük önem veriyorum. Çünkü ihtilâf, sürtüşme, başkalarını işinden alıkoyma gibi davranışlar âcizlik ve zayıflık göstergesidirler ki, Allah bunu sevmez ve böylesine destek ve zafer vermez."

Müşrikler savaşmak üzere saf tuttular. Savaş başlar başlamaz, çok bir zaman geçmeden müşrik güçler geri dönüp kaçmaya başladılar. Kadınları Müslümanların ellerine esir düşmek üzere idi. Müslümanların zafer kazandığı gerçeği savaş alanında açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Fakat tam bu sırada şeytan bazı Müslüman okçuların kalplerine vesvese saldı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu okçuları tepenin üzerindeki bir geçide yerleştirmiş ve kendilerine, kendisinden yeni bir emir almadıkça savaşın sonucu ne olursa olsun mevzilerini terk etmemelerini emretmişti. Fakat Resulullah'ın (s.a.a) bu emrini dinlemeyerek mevkilerini terk edip ganimet peşine düştüler. Bunun üzerine Halid b. Velid komutası altındaki müşrik güçler geri dönerek Resulullah'ın (s.a.a) terk edilmemesini emrettiği geçitten ikinci defa Müslüman güçlere karşı saldırıya geçtiler.

Müslümanlar bu yeni saldırı karşısında gafil avlandılar ve birlikleri dağıldı. Böylece bozguna uğramış Kureyş askerleri yeniden savaşmaya dönerek çok sayıda Müslümanı öldürdüler. Ardından da müşrikler tarafından Resulullah'ın (s.a.a) öldüğü haberi yayıldı. Hz. Ali'nin, Hamza b. Abdulmuttalib'in, Sehl b. Huneyf'in ve yerini terk etmeyerek savaş alanında kalan çok az sayıda savaşçının kahramanca direnişi olmasaydı, müşrik kıtalar Hz. Peygamber'e (s.a.a) ulaşmak üzere idi. Zira önde gelen sahabîler de dahil olmak üzere Müslüman askerlerin geride kalan çoğunluğu mevzilerini terk edip kaçmıştı. Hatta bu önde gelen sahabîlerden biri İslâm'la ilgisini kesmeyi bile düşündü ve şöyle dedi: "Keşke, birini bulup Abdullah b. Ubeyy'e elçi göndersek de, o bize Ebu Süfyan'dan aman (can güvenliği belgesi) alsa!"[4]

Bu savaşta Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalip şehit oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) de yüzünden isabet aldı ve alt çenesindeki iki azı dişi kırıldı. Ayrıca dudağı da yarıldı ve kan yüzüne aktı. Yüzündeki kanı silerken: "Kendilerini Allah'a davet ettiği hâlde Peygamberlerinin yüzünü kan ile boyayan bir kavim nasıl iflâh olabilir?" dedi. Ardından ok atmak için kullandığı yay parçalanıncaya kadar savaştı. Bir ara onu öldürmek için üzerine saldıran Ubeyy b. Halef'e mızrak darbesi indirdi ve Ubeyy bu darbeden aldığı yara sonucunda öldü. Hz. Ali bu sırada benzeri görülmemiş bir kahramanlık gösterdi. Resulullah'a (s.a.a) doğru ilerleyen her düşman askerini geri püskürtüyor ve kılıcı ile yere seriyordu. Bunun üzerine Cebrail, Resulullah'ın (s.a.a) yanına inerek: "Ey Allah'ın Resulü, bu gerçek fedakârlıktır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a): "O bendendir, ben de ondanım." diye karşılık vermesi üzerine Cebrail: "Ben de sizdenim." dedi. Bu sırada şöyle diyen bir ses işittiler: "Zülfikâr'dan başka kılıç ve Ali'den başka delikanlı yiğit yoktur.”[5]

Resulullah (s.a.a) yanında kalan az sayıda Müslüman savaşçı ile birlikte Uhud tepesine çekildi. Böylece savaş duruldu. Bir süre sonra Ebu Süfyan oraya geldi, Müslümanlar ile alay ve istihza ederek: "Yücelsin Hubel!" dedi. Resulullah (s.a.a) savaş alanında uğranılan yenilgiye rağmen inançla ilgili kararlılığın kırılmadığını göstermek amacıyla bu küfür ifade eden söze, Müslümanların şu sözle karşılık vermesini emretti: "Allah en büyük ve en yücedir!"

Ebu Süfyan kâfirinin: "Biz o kişileriz ki, bizim Uzza'mız var; ama sizin Uzza'nız yok." şeklinde bir slogan atması üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona ikinci kez karşılık verilmesini emrederek: "Allah bizim mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyin." talimatını verdi.

Bir süre geçtikten sonra müşrikler Mekke'ye döndü ve Hz. Peygamber (s.a.a) ile Müslümanlar şehitleri toprağa vermeye başladılar. Kureyşlilerin geride bıraktıkları fecî tablo Müslümanları dehşete düşürdü. Çünkü şehitlerin vücutları parçalara ayrılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) amcası Hamza b. Abdulmuttalib'in bedenini vadinin ortalarında buldu. Ciğeri çıkarılmış, diğer organları vahşice ve kindarca parçalanmıştı. Bu acıklı manzarayı görünce: "Benim için bunun kadar bana öfke uyandırıcı bir durum karşısında hiç kalmadım." dedi.

Savaş alanında verilen büyük sayıdaki kurbanlar ve karşılaşılan ağır yıkım, inanç sahibi Müslümanlar ile önder Resulullah'ı (s.a.a) İslâm'ın varlığını ve genç devletin yapısını savunmaya devam etmekten alıkoyacak değildi. Nitekim Medine'ye dönüşlerinin ertesi günü Hz. Peygamber (s.a.a), düşmanın peşine düşüp onu kovalamak amacıyla Müslümanları tekrar harbe çağırdı ve bu sefere ancak Uhud Savaşı'na katılan Müslümanların çıkmalarını emretti. Bu emir üzerine Müslümanlar vücutlarındaki yaralara rağmen Hamrau'l-Esed denen mıntıkaya kadar vardılar. Önder Peygamber (s.a.a) bu çıkışı ile düşmanın canına korku salma amacı taşıyan yeni bir yöntemi devreye sokuyordu. Nitekim bu yöntemin uyandırdığı korkunun etkisi ile Kureyşliler Mekke'ye dönüş yolculuklarını hızlandırdılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar kaybolan morallerinin çoğunu geri kazanmış olarak Medine'ye döndüler.

6- Müslümanlara Yönelik İhanet Girişimleri

Kaba gücün ve kılıç üstünlüğünün hükmettiği bir toplumda Uhud'da uğranılan yenilgi ve âcizlikten sonra müşriklerin Müslümanlara yönelik kötü emellerinin yoğunlaşması doğaldı. Fakat önder Peygamber (s.a.a) bütün değişikliklere karşı uyanık ve kavrayıcı idi. İslâm risaletinin selâmeti ve güçlenmesi konusunda kararlı idi. Devleti yapılandırmak ve bu yapıyı korumak hususunda gayretli idi. Bu yüzden titizlikle haberleri öğrenmeyebilmek için çalışır, niyetler hakkında bilgi edinmeye çalışır ve müşrikler hedeflerine ulaşmadan önce gereken karşılığı hızlı bir şekilde verirdi. Bu bağlamda Esedoğulları'nın Medine'ye yönelik ihanet girişimlerini geri püskürtmek üzere Ebu Seleme komutasında bir seriye görevlendirdi ve bu seriye görevini başarı ile yerine getirdi. Ayrıca Müslümanlar Medine'ye saldırı hazırlığı niteliğindeki bir müşrikin komplosunu önlemeyi de başardılar.

Bütün bunlara rağmen müşriklerden bir grup Müslümanlara karşı bir komplo gerçekleştirdi. Olay şöyle oldu: Azal ve Kare kabilelerine mensup bir heyet Resulullah'a (s.a.a) gelerek kendilerini dinî konularda eğitecek bir adam istediler. Rahmet nebisi olan Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm risaletini yaymaya yönelik bir çaba olur düşüncesi ile bu isteğe olumlu cevap verdi. Fakat komplocu eller Müslüman çağrı görevlilerini öldürmek için "Mau'r-Reci" denen yerde saldırıya geçti.

Arka arkaya Müslümanların başlarına gelen belâlar, münafıklarda ve Medine Yahudilerinde onların heybetlerini kaybettikleri imajının belirmesine yol açtı. Buna karşılık olarak Hz. Peygamber (s.a.a) ise, siyasî bilgeliği ile Beni'n-Nadîr Yahudilerine karşı takınacağı sağlıklı tutumun ana hatlarını onların niyetlerini ortaya çıkararak belirlemek istedi. Bu düşünce ile öldürülen iki kişinin diyetlerini ödeme konusunda onların katkıda bulunmalarını istedi. Beni'n-Nadîr Yahudileri Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve beraberindeki Müslüman heyetini evlerinin yakınında hoş görmüşlük ifade eden gösteriler ile karşıladılar. Oysa içlerinde kötülük düşünüyorlardı. Kötü niyetlerini saklı tutarak Peygamber'in isteğini gerçekleştirmek üzere ondan oturmasını istediler. Hz. Peygamber de evlerinden birinin duvarına yaslanarak oturdu. Bu durumu fırsat bilen Yahudiler yukarıdan bir taş düşürerek onu öldürmeye koştular. Fakat o anda kendisine bu sinsi komployu haber veren bir vahiy indi. Bunun üzerine sahabîleri Yahudilerin yanında bırakarak aralarından hemen ayrıldı. Hz. Peygamber'in bu tutumunu gören Beni'n-Nadîr Yahudileri sarsıldılar ve neye uğradıklarını şaşırdılar. Ayrıca yapmayı kurdukları kötü eylemin şiddeti ile endişeye ve üzüntüye kapıldılar. Oradaki sahabîler hemen mescide Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına gittiler. Kendisine niçin Yahudi mahallesinden döndüğünü sormaları üzerine ondan şu cevabı aldılar: "Yahudiler bana suikast düzenlemek istediler; fakat Allah bana bunu haber verdi. Ben de kalkıp oradan ayrıldım."

Bu olayın ortaya çıkması ile Allah onların kanlarını helâl kıldı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ile yaptıkları saldırmazlık sözleşmesini çiğneyerek ona suikast düzenlemeyi plânladılar. Dolayısıyla yaptıklarına karşılık Medine'den sürülmeyi hak etmişlerdi. Fakat münafıkların elebaşı Abdullah b. Ubey ve başkaları işe karışarak Beni'n-Nadîr Yahudilerini Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrini dinlemeyip ona karşı direnmeye teşvik etti. Onlara kendisinin ve cemaatinin onlara Hz. Peygamber'e (s.a.a) karşı yardım edeceklerini, onları yarı yolda bırakmayacaklarını vaat etti. Bu kışkırtmalara güvenen Beni'n-Nadîr Yahudileri Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı çıkarak kalelerinin içine kapanıp direnişe geçtiler.

Hz. Peygamber (s.a.a) münafıkların sinsi gayretlerini öğrenince, İbn-i Umm-i Mektum'u Medine'de yerine bırakarak Beni'n-Nadîr Yahudilerini kuşatmaya çıktı. Onlara karşı öyle bir yöntem kullandı ki, teslim olmaya ve sadece develere yükleyebileceklerini alarak zillet ve aşağılık hâlinde bölgelerinden çıkmaya mecbur oldular.

Müslümanlar bu Yahudi sürgünü sonucunda birçok mal ve silâhı ganimet olarak aldılar. Fakat Resulullah (s.a.a) düzenlediği bir toplantıda bu ganimetlerin, ensardan Sehl b. Huneyf ile Ebu Dücane hariç sadece muhacirlere dağıtılması, böylece onların ekonomik bağımsızlığının gerçekleşmesi yolundaki görüşünü Müslümanlara sundu. Çünkü ensar kesiminden olan bu iki kişi yoksul kimselerdi. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a), bu ganimetlerden onlara da pay verdi.

8- Uhud'dan Sonraki Askerî Harekât

Beni'n-Nadîr Yahudilerinin sürgün edilmelerinden sonra Medine'ye sakin ve istikrarlı bir atmosfer hâkim oldu. Münafıklar kirli oyunlarının açığa çıkmasından dolayı endişeye kapıldılar ve gelecek dönemin onların bastırma belini kırma dönemi olacağını iyice anladılar. İşte bu ortamda Gatafan kabilesinin Medine'ye saldırmak için hazırlık yaptığı haberleri Hz. Peygamber'in (s.a.a) kulağına geldi. Bu haberler üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hemen bu kabile üzerine yürümeye giriştiler. Fakat yolda aniden Gatafanlılar ile karşılaştılar. Çünkü onlar Müslümanlarla karşılaşmanın hazırlıklarını daha önce yapmışlar ve onları beklemekteydiler. Ancak taraflar birbirlerinin gözünü korkuttukları için çatışma olmadı. Bu savaşta Hz. Peygamber (s.a.a) namazları korku namazı şeklinde kıldı. Çünkü düşmanın saldırı tehlikesine ihtimal veremedikleri kısa bir süreleri hiç olmadı. Böylece Müslümanlar çatışmaya girmeden Medine'ye döndüler. Bu savaşa Zatu'r-Rika Savaşı adı verildi.

İkinci Bedir

Müslümanlar zor günlerini hızla geride bıraktılar ve gün geçtikçe savaş tecrübeleri arttı. Bu arada peyderpey şeriat hükümleri iniyor ve bu sayede sosyal ilişkilerini kötülüklerden arındırıp hayatlarının gelişmeleri bütün yönleri ile düzene giriyor, imanları kökleşip sağlamlaşıyordu., Öyle ki son derece parlak direniş, fedakârlık, İslâm dinine ve İslâm ümmetine samimiyetle bağlılık örnekleri ortaya çıkıyordu.

Artık Uhud'daki yenilginin izlerinin silinmesinin eşiğine yaklaşılmıştı. Böylece Bedir'de öldürülen müşriklerin intikamını almak azminde olduğunu belirtmek amacıyla Uhud'da: "Sizinle buluşacağımız yer Bedir'dir." diyen kâfirlerin elebaşı Ebu Süfyan'ın tehdidinin vadesi gelmişti. İşte bu buluşmanın vadesinin geldiği düşüncesi ile Hz. Peygamber (s.a.a) bin beş yüz savaşçının komutasında sefere çıktı ve orada sekiz gün konakladı. Müşriklerin gayretleri Müslümanları korkutup seferden alıkoymayı başaramadı. Tersine, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Müslümanların kesin kararlılıkla bu buluşma tehdidinin üzerine vardıklarını öğrenen müşriklerin kendilerini korku sardı. Ancak Hz. Peygamber'in bu kararlılığı üzerine Ebu Süfyan kendisi tarafından belirlenmiş olan buluşma yerine doğru sefer düzenlemek zorunda kaldı. Fakat askerî hazırlıkları etkileyen kuraklığı ve kıtlığı gerekçe göstererek bu seferi yarıda kesip Mekke'ye geri döndü. Bu geri dönüş Kureyşlilerin alınlarına bir hezimet ve korkaklık aybı damgası kazmış oldu. Müslümanların ise moralleri yükseldi, mutluluklarını ve neşelerini geri almış oldular.

Kısa bir süre sonra Dûmetu'l-Cendel denen bölgenin sakinlerinin yolları kestikleri ve Medine'ye saldırma hazırlığı yaptıkları yolunda haberler alındı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) bu saldırganları karşılamak için bin kadar Müslümanın komutasında sefere çıktı. Dûmetu'l-Cendelliler Hz. Peygamber'in sefere çıktığını işitir işitmez apar topar kaçtılar. Kaçarken yanlarındaki bütün ganimetleri geride bıraktılar. Böylece Müslümanlar savaşsız olarak bırakılan ganimetleri ele geçirmiş oldular.

9- Beni'l-Mustalak Savaşı ve Münafıklığın Rolü

Beni'l-Mustalak kabilesinin lideri Haris b. Ebu Dirar'ın Medine'ye saldırma hazırlığı yaptığı yolunda yeni haberler geldi. Hz. Peygamber (s.a.a) her askerî harekât öncesinde yaptığı gibi soruşturma yaparak haberin doğruluğundan emin oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Müslümanlara çağrı yaptı. Müslümanlar da sefere çıkarak Beni'l-Mustalak kabilesinin askerleri ile Mureysi' adı ile anılan kuyunun yanında karşılaştılar. Taraflar savaşa tutuştu. Savaşta Beni'l-Mustalak kabilesinden on kişinin öldürülmesi üzerine müşrikler vuruşmayı yarıda bırakarak kaçtılar. Bu savaşta Müslümanlar çok miktarda ganimet elde ettiler. Ayrıca kabilenin çok sayıda kadını esir alındı. Bunlar arasında Haris kızı Cuveyriye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) onu azat etti ve arkasından onunla evlendi. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve sözü edilen Cüveyriye'nin hatırı için ellerindeki Beni'l-Mustalak kabilesinden alınmış esirleri serbest bıraktılar.

Bu savaşta kabile taassubundan kaynaklanan kibir yüzünden az kalsın muhacirler ile ensar arasında fitne çıkacaktı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu tür sloganların atıldığını öğrenince Müslümanlara: "Bırakın onları, onlar fitnedir." dedi. Fakat münafıkların elebaşı Abdullah b. Ubeyy, hemen fitne çıkarmaya ve tartışmayı alevlendirmeye girişti. Muhacirleri koruyup onlara yardım ettikleri için çevresindeki Medine yerlisi Müslümanlara kınamalar yöneltti. Sonra: "Vallahi, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır." dedi. Abdullah b. Ubeyy'in bu yıkıcı gayretleri az kalsın başarıya ulaşacaktı. Bereket versin ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Abdullah b. Ubeyy'in tahriklerinden ve münafıklığından emin olduktan sonra hemen Medine'ye dönme emri verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bir gece süren dönüş yolculuğu boyunca askerlerinin dinlenmesine izin vermedi. Bu yüzden Medine'ye varıldığında aşırı yorgunluktan hâlsiz düşen Müslümanlar uykuya daldılar. Böylece karşılıklı konuşmalara ve tartışmanın derinleşmesine fırsat verilmemiş oldu. Medine'nin kapılarına gelindiğinde Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah, başka hiçbir Müslüman işe karışmadan babasını kendi elleri ile öldürmesi yolunda Hz. Peygamber'den (s.a.a) izin istedi. Çünkü eğer Müslümanlardan biri babasını öldürme işine katılacak olursa, öfkeye kapılıp babasının intikamını almaya kalkışacağından endişe ediyordu. Fakat rahmet nebisi olan Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Hayır, öyle şey olmaz. Tersine, bizimle beraber oldukça ona yumuşak ve arkadaşça davranacağız." dedi. Arkasından oğul Abdullah şehir kapısında durarak, Resul-i Ekram (s.a.a) izin vermedikçe babasının şehre girmesini engellemek amacıyla harekete geçti. İşte bu ortamda münafıkların davranışlarını ve gizli niyetlerini açıklayan Münafıkûn Suresi indi.

10- Cahiliye Geleneklerinin Kaldırılması

Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında o engin merhameti ve insan sevgisi ile dolu temiz kalbi ile Kureyşliler karşısında ayağa kalkarak: "Ey burada bulunanlar, şahit olun ki, şu Zeyd benim oğlumdur." dedi. Böylece Zeyd, kölelik konumundan Allah kullarının en üstünü olan Hz. Peygamber'in oğlu olma mertebesine geçti. Sözü edilen Zeyd, peygamberliğin daha ilk günlerinde Resulullah'a (s.a.a) samimî bir yönelişle iman etmişti. Günler geçti ve Zeyd, yüce Peygamber'in (s.a.a) gözetimi altında erkeklik çağına girdi. Büyük bir devrimcinin ve yüce bir ıslahatçının ancak gösterebileceği bir cesaretle Hz. Peygamber (s.a.a) halasının kızı Zeynep bint-i Cahş'ı bu Zeyd'e eş olarak seçti. Zeynep, itibarlı sosyal konumundan ve yüksek düzeyli soyluluğundan vazgeçerek, bu konumunun ayrıcalığını gözden çıkararak vaktiyle köle olan bir erkekle evlenmeyi ilk başta reddetti. Fakat samimî imanı onu yüce Allah'ın emrine olumlu karşılık vermeye sevk etti. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü, bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek veya kadın o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[6]

Bu uygulama ile Resulullah (s.a.a) ölümsüz risaletin değerlerini uygulamak üzere köhne cahiliye geleneklerine son vermenin parlak ve şaheser bir örneğini verdi. Fakat aradaki kültür farkı ile huy uyuşmazlığı, cahiliye tortularından yana hâlâ sıkıntı çeken bir toplumda bu ufuk açıcı tecrübenin başarılı olmasına engel oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu ilişkide beliren geçimsizleri düzeltmek için araya girdi. Böylece işin bir çıkmaz sokağa girmesine meydan vermemeye çalıştı. Bu amaçla Zeyd'e: "Eşini yanında tut ve Allah'tan kork." diyerek nasihat verdi. Fakat Zeyd'in Zeynep'ten şikâyet etmesinin ardı arkası kesilmedi. Nihayet bu şikâyetler Zeyd'in Zeyneb'i boşaması ile sonuçlandı.

Bir süre sonra evlâtlık edinilen çocukların öz evlât gibi sayılmaları yolundaki yaygın Arap geleneğinin kaldırılması ile ilgili ilâhî emir indi. Bu emri içeren ayette şöyle buyruluyor: "Allah... evlâtlıklarınızı da (öz) çocuklarınız gibi saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allahise hakkı söyler ve (doğru olan) yola yöneltip iletir.”[7] Ancak yüce Allah, evlâtlıklar için velilik hakkı ile din kardeşliğini geçerli saydı.

Yüce Allah ayetler indirerek bu batıl geleneği yıkma bağlamında Peygamberi'ne (s.a.a) Zeyd tarafından boşandıktan ve bekleme süresini tamamladıktan sonra Zeynep ile evlenmesini emretti. Mesele ile ilgili az önce okuduğumuz ayetlerde yüce Allah Hz. Peygamber'i (s.a.a) söz konusu cahiliye geleneğini kaldırmaya, insanlardan korkmayarak tam bir cesaretle yüce Allah'ın hükümlerini uygulamayı sürdürmeye teşvik etmiştir.[8]

MÜŞRİKLERİN güç gösterisi VE sert ilâhî ceza

Müşrik Güçlerin İttifakı ve Hendek Savaşı

Hicret'in beşinci yılı sona ermek üzereydi. Müslümanların karşılaştıkları bütün olaylar, yaptıkları bütün savaşlar, genç devleti savunma ve Medine çevresinde emniyeti daha da yerleşik kılma amacına yönelikti. İslâm dinine ve İslâm devletine düşman çevreler ve odaklar tarafından meydana gelen olaylar, tür ve sayı bakımından daha önceki yıllara göre farklılık gösteriyordu. Yahudiler bu olay çeşitliliğini lehlerine kullanarak bunları bir noktada merkezleştirmeye, zenginleştirmeye, güçlendirmeye ve düşmanlık dürtüsünün kışkırtıcı unsuru yapmaya çalışıyorlardı. Tek amaçları bu yolla İslâmiyet'in varlığının köklerini Arap Yarımadası'ndan söküp çıkarmaktı. Bu gayretlerinin bir örneği şu oldu: Müşrikler bunlara gelerek İslâm dininin mi, yoksa putperestliğin mi daha üstün olduğunu sordular. Yahudiler bu soruyu fırsat bilerek putperestliğin İslâm dininden daha üstün olduğunu ileri sürmekten, müşriklerin kafalarında çöreklenen ve bu vehmi pekiştirmekten geri kalmadılar.[9]

Bunlara ek olarak müşrik kabileleri birleştirip kendilerine askerî taktikler verdikten sonra onları İslâm devletinin başkenti olan Medine'ye doğru sefere çıkarmayı başardılar. Bu haber tedbirli, uyanık ve her türlü siyasî hareketi güvenilir gözlerle (casuslarıyla) yakından izleyen bir başkomutan olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) kulağına çok çabuk ulaştı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu ani gelişme karşısında ne yapılması gerektiği konusunda sahabîlerle istişarelerde bulundu. Müzakereler sonunda Medine'nin açık (sursuz) tarafının önünde hendek kazılmasına karar verildi. Hendeğin kazılması işlemi iş bölümüne bağlandıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) bu kazı işine Müslümanlarla birlikte bizzat katıldı. Onları şu sözleri ile çalışmaya teşvik ediyordu: "Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Allah'ım, ensarı ve muhacirleri bağışla!"

Samimî Müslümanların gösterdikleri gayrete ve heyecana rağmen işlerin ilerlemesini engellemede de münafıkların ve görev kaçaklarının rolü de önemsenmeyecek kadar az değildi.

Sayıları on bin kadar savaşçıya ulaşan müşrik müttefik güçler Medine'nin etrafını sardı. Şehrin sursuz tarafı önüne kazılan hendek içeri girmelerine engel olduğu kadar daha önce hiçbir yerde görmedikleri bu savunma yöntemi onları dehşete düşürdü. Hz. Peygamber (s.a.a) üç bin savaşçı ile Sel’i tepesine çıktı. Buradan sürpriz gelişmelere karşı koymak için görevleri ve vazifeleri savaşçılar arasında dağıttı.

Müttefik güçler bir aya yakın bir süre boyunca Medine'yi kuşatma altında tuttular, fakat birkaç kişi hariç hendeği geçmeyi bir türlü başaramadılar. Bu süreçte Müslümanlar parlak tutumlar sergilediler. Bu direnişin başta gelen kahramanı Ebu Talip oğlu Ali (a.s) idi. Hz. Ali Müslümanların, karşısına çıkmaktan çekindikleri, tanınmış bir Arap kahramanı olan Amr b. Abdevud adında bir savaşçı ile teke tek dövüşmeye çıktığı zaman Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından cesur tutumu şu sözlerle taçlandırıldı: "İmanın bütünü şirkin bütününün karşısına çıktı." Çünkü Müslümanlar bu müşrik dövüşçünün karşısına çıkmaktan kaçınmışlardı.

Benî Kurayza Yahudileri Müslümanlara karşı herhangi bir savaşa girmeyeceklerine dair Resulullah (s.a.a) ile anlaşma yapmış oldukları hâlde müşrikler onlardan yardım isteme girişiminde bulundular. Önder Resul (s.a.a), Yahudilerin savaşa katılma ve Müslümanlara karşı bir iç cephe açma kararında olduklarını kesin olarak anladı. Fakat yine de Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade'yi Benî Kurayza Yahudilerinin tutumunu öğrenmeye gönderdi. Bu iki sahabînin dönüşte daha önce gelen haberleri pekiştirmeleri üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allahu ekber. Ey Müslümanlar, fetih ile müjdelenin."

Müslümanlara Yönelik Baskı

Müslümanlar Medine kuşatması sırasında çeşitli baskılara maruz kaldılar. Bu baskıları şöyle sıralayabiliriz:

1- Besin maddesinin kıtlaşması: Öyle ki, açlığın kara bulutunun Müslümanların üzerine çökmesine ramak kaldı.

2- Ağır hava şartları: Uzun kış gecelerinin dondurucu soğuğu iliklere kadar işliyordu.

3- Münafık şebekelerin, Müslümanların safları arasında yürüttükleri amansız psikolojik savaş, Müslümanları savaşmaktan caydırma girişimleri ve onları direnmeye devam etmenin kötü sonuçlar doğuracağı yolundaki korkutmaları.

4- Kuşatma süresi boyunca sürpriz bir saldırıya uğramak endişesi ile katlanılan sürekli gece uykusuzluğu. Bu durum Müslümanları bitkin düşürmüştü. Çünkü müttefik güçlerin çokluğu ile karşılaştırıldığı zaman sayıları azdı.

5- Benî Kurayza Yahudilerinin arkadan vurma girişimleri: Öyle ki, bunların bu ihaneti, Müslüman güçleri içeriden tehdit eden ve Medine'de yaşayan ailelerinin güvenliği ile ilgili endişelerini arttıran ciddi bir tehlike idi.

Düşmanın Hezimeti

Müttefik güçlerin farklı niyetleri ve değişik hedefleri vardı. Kureyş kabilesi Resulullah'a (s.a.a) ve ilâhî risalete yönelik düşmanlığının dürtüsü ile hareket ederken, Yahudiler Medine üzerinde nüfuzlarını geri alma peşinde idiler. Gatafan, Fezare ve diğer kabileler de Yahudilerin kendilerine vaat ettikleri Hayber mahsullerine göz dikmişlerdi. Bunlar bir yana, öbür yandan kuşatma şartlarının sertliği, müttefik savaşçıların gönüllerinde bıkkınlık ve isteksizlik meydana getirmişti. Ayrıca Müslümanların gösterdikleri dayanıklılığın ve güçlülüğün yanı sıra Nuaym b. Mesud'un müttefik güçlerin savaşçıları ile Yahudiler arasında gerçekleştirdiği bölücülük faaliyetleri de bellerini büküyordu. Sözü geçen Nuaym Müslüman olduktan sonra Resulullah'a (s.a.a) gelerek: "Ne istersen bana emret." dedi. Hz. Peygamber ona şu karşılığı verdi: "Sen bizim aramızda tek bir kişisin. (Bizimle savaşa katılmanın fazla bir önemi olmaz) En iyisi sen elinden geldiği kadar düşman askerlerini bizimle savaşmaktan vazgeçir. Zira savaş hiledir."

Bütün bunlara ek olarak yüce Allah müttefik güçler üzerine sert ve soğuk bir rüzgâr gönderdi. Bu güçlü rüzgâr müttefik savaşçılarda korku ve kaygı meydana getirdiği gibi çadırlarını söktü ve içlerinde yemek pişirdikleri kazanlarını devirdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere geri dönme emri verdi. Bu emri alan Kureyşliler taşıyabilecekleri eşyalarını yanlarına alarak apar topar kaçtılar. Diğer kabileler de onları izledi. Öyle ki, sabahleyin gün ağardığında müttefik savaşçılardan tek bir kişi bile yerinde kalmamıştı. “Allah savaşı kazanmada müminlere yetti ve üstün iradelidir.”

Benî Kurayza Savaşı ve Medine Yahudilerinin Tasfiyesi

Benî Kurayza Yahudileri, Müslümanlara karşı besledikleri gizli kin ve düşmanlığı Hendek Savaşı'nda açığa vurdular. Eğer yüce Allah bu savaşta müttefik güçleri perişan etmemiş olsaydı, Benî Kurayza Yahudileri, Müslümanları arkadan vurmayı başaracaklardı. Bu yüzden Resulullah'ın (s.a.a), onların haince davranışlarına mutlaka bir karşılık vermesi gerekirdi. Bu yüzden Müslümanların dinlenmelerine fırsat vermeden Yahudileri kalelerinde kuşatmak üzere onlara hemen hareket etmelerini emretti. Böylece yeni askerî hareketin önemini vurgulamış oldu. Nitekim müezzin Müslümanlara şöyle seslendi: "Kim emir dinleyen ve aldığı emre itaat eden biri ise, ikindi namazını mutlaka Benî Kurayza Yahudilerinin bölgesinde kılsın."

Hz. Peygamber (s.a.a) sancağını Hz. Ali'ye (a.s) verdi ve Müslümanlar çekmekte oldukları açlığın, uykusuzluğun ve müttefik kuşatmasının yol açtığı yorgunluğun acısı ile birlikte Hz. Ali'nin peşinden gittiler... Yahudiler Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar tarafından kuşatıldıklarını gördüklerinde, paniğe ve korkuya kapıldılar ve Hz. Peygamber'in onların varlıklarına son vermeden geri dönmeyeceğini iyice anladılar.

Yahudiler, müttefikleri Evs kabilesinin mensuplarından olan Ebu Lubabe b. Munzir'e gidip durumları hakkında görüşünü sordular. Fakat Ebu Lubabe, küçükleri ve yaşlıları ile ağlaya ağlaya kapısına dayanan Yahudilere hakkında bilgi sahibi olduğu ve akıbetlerini açıkladı. Hz. Peygamber Benî Kurayza Yahudilerinden gelen ve daha önceki haince tutumları sebebi ile cezalandırılmaksızın Medine'yi terk edip gitmelerini içeren teklifi reddetti ve Allah'ın ve O'nun Resulü'nün hükmüne boyun eğmekten başka bir çareleri olmadığını söyledi. Evs kabilesi, Yahudilerinin talebi üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) nezdinde arabuluculuk girişiminde bulundu. Hz. Peygamber (s.a.a) Evs kabilesinin temsilcilerine: "Benimle müttefikleriniz arasında sizden birinin hakem olmasına razı olmaz mısınız?" diye sordu. Evs kabilesi temsilcilerinin: "Razıyız." diye karşılık vermeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.a): "O hâlde onlara söyleyin de Evs kabilesinden istedikleri bir kişiyi seçsinler." dedi. Yahudiler de Sa'd b. Muaz'ı hakem olarak seçtiler.

Bu tercih, Yahudiler hesabına talihsiz bir seçimdi. Çünkü tercih ettikleri Sa'd b. Muaz, müttefiklerin toplantı düzenledikleri gün onlara gelerek Müslümanlar ile müttefikler arasında tarafsız bir tutum benimsemelerini istemişti; fakat Yahudiler buna yanaşmamıştı.

Sa'd hakem olarak belirlendiği zaman yaralı idi. Onu taşıyarak Resulullah'ın (s.a.a) yanına götürdüler. Hz. Peygamber onu karşıladı ve çevresindekilere: "Efendiniz için ayağa kalkın." dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bu direktifi üzerine orada bulunanlar Sa'd'ı ayakta karşıladılar. Arkasından Sa'd, Yahudi erkeklerin öldürülmesine, kadınları ile çocuklarının esir alınmasına ve mallarının Müslümanlar arasında bölüştürülmesine hüküm verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona: "Onlar hakkında yedi göğün üzerinde bulunan Allah'ın hükmü ile hüküm verdin." dedi.

Bu karar üzerine Resulullah (s.a.a), Benî Kurayza kabilesinin mallarını, beşte birlik bölümünü humus olarak çıkardıktan sonra, kadınları ve çocukları ile birlikte Müslümanlar arasında bölüştürdü. Atlı savaşçılara üç, piyade savaşçılara bir pay verdi. Arkasından humus olarak ayırdığı beşte birlik payı ilerdeki savunma görevlerine hazırlık yapmak üzere binek hayvanı, silâh ve başka teçhizat satın almak için Zeyd b. Harise'ye teslim etti.

 

 

 

 

FETİH AŞAMASI

1- Hudeybiye Barışı

Hicret'in altıncı yılının sonuna yaklaşılmıştı. O sene Müslümanlar için sürekli bir cihat ve yıpratıcı bir savunma yılı oldu. Müslümanlar bu yılı İslâm risaletini yaymak, İslâm'ın hedeflediği insanı ve toplumu oluşturmak, İslâm medeniyetini meydana getirmek gayreti ile geçirdiler. Arap Yarımadası'nda yaşayan herkes bu dinin yüceliğini idrak etmişti; yine herkes onu yok etmenin, ortadan kaldırmanın imkânsız olduğunu fark etmişti. O dönemim en büyük siyasî ve askerî gücü olan Kureyş kabilesinin yanı sıra Yahudiler ve diğer müşrik güçlerle girişilen sıcak savaşlar İslâm'ın yayılmasına, öğretilerinin yaygınlaşmasına ve hedeflerine ulaşmasına engel olmadı.

Beytu'l-Haram hiç kimsenin özel mülkü veya belirli bir mezhebin ya da inanç grubunun ticaret ve geçim kaynağı değildi. Hatta orada çeşitli heykeller ve putlar vardı. Bunlara inananlar onları ziyaret ederlerdi. Fakat Kureyş kabilesinin azgınlığı ve zorbalığı, Hz. Peygamber'i (s.a.a) Beytu'l-Haram'ı ziyaret etmekten alıkoymuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a) o sırada Kureyş kabilesinin İslâm'a karşı takındığı tutumu sürdürme konusunda zora girdiğini anladı. Bu bilinçle Müslümanlar ile beraber umre görevini yerine getirmek üzere ibadet amaçlı bir yolculuk düzenlemeyi kararlaştırdı. Aynı zamanda bu fırsattan yararlanarak İslâm çağrısını devam ettirmeyi, imkân bulduğu oranda İslâm inancının temel kavramlarını, ayırıcı özelliklerini açıklamayı ve bunların yanı sıra Beytu'l-Haram'a yönelik saygısını ve kutsama içerikli yaklaşımını ifade etmeyi tasarlıyordu. Onun bu hareketi İslâm risaleti ile ilgili yeni bir açılım dönemi, savunma aşamasından yayılma ve saldırı aşamasına geçiş dönemi olacaktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve sahabîleri sarp bir yolu aştıktan sonra Hudeybiye diye adlandırılan düz bir bölgeye indiler. Bu düzlüğe indiklerinde Hz. Peygamber'in devesi yere çöktü. Bunun üzerine Peygamber: "Böyle yapmak onun alışık olduğu bir şey değildi. Onu yürümekten alıkoyan güç, Mekke'de fili yürümekten alıkoyan güçtür." dedi.

Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) orada konaklamayı emretti ve şöyle dedi: "Bugün eğer Kureyş kabilesi beni sıla-i rahim (akraba ziyareti) içeren bir plânı kabul etmeye çağırsalar, bu izni onlara veririm." Fakat Kureyşliler Müslümanları gözetlemeye aldılar ve atlı askerleri de geçecekleri yolu tuttular. Arkasından da Hz. Peygamber'in (a.s) amacını öğrenmek ve onu Mekke'ye girmekten vazgeçirmek maksadı ile Huzaa kabilesinden bir heyetin başında Budeyl b. Verka'yı aracı olarak gönderdiler. Heyet, Hz. Peygamber (s.a.a) ile görüştükten sonra onun amacının barış ve umre ziyareti olduğu konusunda Kureyşlileri ikna etmek üzere geri döndü. Fakat Kureyşliler ikna olmaya yanaşmayarak Habeşlilerin lideri olan Huleys'in başkanlığında başka bir heyet gönderdiler. Hz. Peygamber Huleys'in gelmekte olduğunu gördüğünde: "Bu gelen adam Allah'ın yüceliğini kabul eden bir kavimdendir." dedi. Huleys, konaklama yerinin çevresindeki kurbanlık hayvanları görünce, Hz. Peygamber ile görüşme gereğini duymadan Kureyşlileri onun ve diğer Müslümanların umre yapmak amacı ile geldikleri hususunda ikna etmek üzere geri döndü. Fakat Kureyşliler yine ikna olmayarak Sakıf kabilesinden Mesut b. Urve'yi elçi olarak gönderdi. Mesut, Hudeybiye'ye vardığında gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan donakaldı. Çünkü Müslümanlar, Hz. Peygamber'in abdest alırken yıkadığı azalarından akan suyunun dağılan damlalarını toplamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu manzarayı gördükten sonra geri dönen Mesut, Kureyşlilere şöyle dedi: "Ey Kureyşliler, ben Kisra'nın sarayına da, Kayser'in sarayına da, Necaşî'nin sarayına da gittim. Vallahi, Muhammed'in sahabîlerinin ona olan bağlılıkları gibi hiç kavmin hükümdarına bağlı olduğunu görmüş değilim. Ben öyle bir kavim gördüm ki, onlar Muhammed'i hiç sebeple teslim etmezler. Görüşlerinizi buna göre ortaya koyun."

Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların bu ibadet amaçlı yolculuğu sırasında haram aylara saygı gösterdiğini fiilen ifade etti. Çünkü Müslümanlar yolcular tarafından taşınması gereken silâhlar dışında hiçbir silâh yanlarına almamışlardı. Ayrıca Medine civarında yaşayan kabileleri Müslümanlığı kabul etmemiş olmalarına rağmen bu yolculukta Müslümanlar ile birlikte olmak için çağırmıştı. Böylece İslâm ile diğer güçler arasındaki ilişkinin savaş esasına dayanmadığını vurgulamak istemişti.

Hz. Peygamber (s.a.a) asgarî bir tahmine göre bin dört yüz kişilik bir Müslüman cemaatle yola çıktı. Yetmiş deveden oluşan kurbanlıkları önden göndermişti. Hz. Peygamber'in (s.a.a) umre ziyareti yapmak amacı ile Müslümanlarla birlikte yola çıktığı haberi Kureyşlilere ulaştı. Önlerinde iki yol vardı. Ya Müslümanların Umre ziyareti yapmalarını hoşgörü ile karşılayacaklardı. O takdirde Müslümanların Beytü'l-Haram'ı ziyaret etmek şeklindeki arzuları gerçekleşecek, muhacirler ailelerini ve akrabalarını görme mutluluğuna kavuşacak ve imkân olursa onları İslâm'a çağıracaklardı. Ya da Kureyşliler, Müslümanların Mekke'ye girmelerine engel olacaklardı. O takdirde Kureyş kabilesinin itibarı sarsılacaktı. Sadece umre ziyareti yapmak ve kutsal Kâbe'ye saygılarını ifade etmek isteyen barışçı bir topluluğa kötü davranması sebebi ile diğer kabilelerin kınanmalarına hedef olacaktı.

Kureyşliler sertlik ve inatçılık dışında kalan her yaklaşımı reddederek Halid b. Velid komutasında yaklaşık iki yüz kadar atlıyı Peygamber'i ve Müslümanları karşılamak üzere yola çıkardılar. Hz. Peygamber (s.a.a) savaşçı olarak değil de ihrama girmiş olarak yola çıktığı için Kureyşlilerin bu tavırları karşısında şöyle dedi: "Yazıklar olsun şu Kureyşlilere, savaş onları yedi bitirdi. Benimle Araplar arasından çıksalar ne kaybederler? Eğer Araplar beni ortadan kaldırsalar, istedikleri olmuş olurdu. Eğer Allah beni onlar karşısında üstün getirse, bol servete kavuşmuş olarak İslâm'a girerlerdi. Yok, eğer böyle yapmak istemeseler, güçlü oldukları hâlde savaşırlardı. Kureyşliler ne sanıyorlar? Vallahi, Allah'ın benimle gönderdiği din uğruna cihat etmeye devam edeceğim. Ya Allah bu dini üstün getirir veya şu bindiğim deve yalnız kalır [canımı bu yolda veririm.]"

Bunları söyledikten sonra Kureyşli atlıların yolundan saparak başka bir yola girdi. Böylece bir çatışma çıkmasından kaçınmak istedi. Çünkü Kureyşliler çıkabilecek olan çatışmayı tutumlarının doğruluğunu kanıtlayan bir bahane ve övünme sebebi olarak kullanacaklardı. Hz. Peygamber (s.a.a) Huzaa kabilesinden Hıraş b. Ümeyye'yi durum hakkında müzakere yapsın diye Kureyşlilere gönderdi. Fakat adamın devesinin ayaklarını keserek öldürdüler. Az kalsın kendisini de öldürüyorlardı. Kureyşliler örflere ve geleneklere saygıyı ve yükümlülüğü gözetmiyorlardı. Kureyşliler müzakere teklifini reddetmelerinin hemen arkasından elli kişilik bir grubu Müslümanları kışkırtmak için görevlendirdiler. Bunlar aracılığı ile Müslümanlardan barış sıfatı ile çelişen bir tepki almayı umuyorlardı. Fakat plânları başarısız oldu. Müslümanlar, üzerlerine gönderilen kışkırtıcıları esir almayı başardı; ancak Resulullah (s.a.a) onları affetti. Böylece barışçı amacını vurgulamış oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) Kureyşlilere başka bir elçi göndermek istedi. Hz. Ali'yi kendisini temsil etmek üzere elçi olarak göndermeyi uygun görmedi. Çünkü Hz. Ali İslâm'ı savunmak için yapılan savaşlarda Kureyş kabilesinin büyüklerini öldürerek canlarını yakmıştı. Bu yüzden Emevî kökenli  ve Ebu Süfyan'ın akrabası olan Osman’ı gönderdi. Kureyşliler ile görüşmeye giden Osman'ın dönüşü gecikti ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber Mekke'ye girmek için harcanan barışçı çabaların başarısızlığını gösteren bir uyarı idi. Hz. Peygamber'in savaşmaya hazırlanmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. İşte Rıdvan Biati o sırada gerçekleşti. Peygamber bir ağacın altında oturdu ve sahabîleri ne pahasına olursa olsun kararlı ve sebatkâr davranacaklarına dair kendisine biat ettiler. Fakat Osman'ın dönmesi ile Müslümanların öfkesi yatıştı. Kureyşliler Peygamber (s.a.a) ile müzakere yapmak üzere Süheyl b. Amr'ı gönderdiler.

Barış Şartları

Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl'in barış şartları konusunda katı davranması sebebi ile az kalsın müzakereler başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Fakat sonunda birtakım şartlar üzerinde anlaşma oldu. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:

1- Her iki taraf on yıl boyunca savaştan uzak duracaklarını taahhüt ettiler. Bu süre içinde insanlar güvene kavuşacaklar ve birbirlerinden uzak duracaklardı.

2- Herhangi bir Kureyşli velisinden izinsiz olarak Muhammed'e gelirse, Muhammed onu Kureyşlilere geri verecek; buna karşılık Muhammed'in yanındakilerden biri Kureyşlilerin yanına giderse, Kureyşliler onu geri vermeyeceklerdi.

3- Kim Muhammed'in akdi ve ahdi altına girmek isterse, buna girer. Kim Kureyş kabilesinin akdi ve ahdi altına girmek isterse, buna girer.

4- Muhammed, sahabîleri ile birlikte bu yıl Mekke'ye girmeyerek Medine'ye dönecek. Gelecek yıl Mekke'ye girecek ve orada üç gün kalacak. Mekke'ye gelişinde yanında hayvan sırtında yolculuk edenlerin taşıyabilecekleri dışında başka silâh bulundurmayacak ve kılıçlar kınlarında olacak.

5- Hiç kimse dinini terk etmeye zorlanmayacak. Müslümanlar Mekke'de açıkça ve özgürlük içinde Allah'a ibadet edecekler. İslâm Mekke'de açıkça uygulanacak. Hiç kimse eziyet edilmeyecek ve hiç kimse kınanmayacak.

6- Hırsızlık ve vurgunculuk olmayacak. Her iki taraf karşı tarafın mülkiyetine saygı gösterecek.

7- Kureyş kabilesi hiç kimseyi Muhammed'e karşı insanla veya silâhla desteklemeyecek.

Barış anlaşmasının maddeleri bazı Müslümanların hoşuna gitmedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Kureyş karşısında geri adım attığı düşüncesi ile ona itiraz ettiler. Oysa onun Allah tarafından yönlendirildiğini, İslâm risaletinin geleceğine ve yüce çıkarlarına dört gözle baktığını kavrayamadılar. Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine itiraz edenlere: "Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. O'nun emrine karşı gelmem ve O da beni yüzüstü bırakmaz." diyerek karşılık verdi. Hz. Peygamber bu sözüyle bazı Müslümanların hoşuna gitmeyen anlaşma maddelerini onayladı.

Diğer taraftan Ebu Cendel'in Kureyş kabilesine teslim edilmesi meselesi, bazı Müslümanların içerisinde ki bazı kimselerin sinirlerinin gergin olduğu bu ortamda yeni bir sert itiraz konusu oldu.

Fakat bu barış, anlaşma maddelerinin bazı Müslümanlara verdiği görüntünün tersine, aslında Müslümanlar için açık ve büyük bir fetih niteliği taşıyordu. Çünkü çok geçmeden anlaşmanın şartları Müslümanların lehine döndü.

Bu arada Medine'ye dönüş yolunda putperestliğin önder gücü ile yapılan bu anlaşmanın gerçek boyutunu vurgulayan ve Müslümanlara yakında Mekke'ye girecekleri müjdesini veren Kur'ân ayetleri indi.

Hudeybiye Barış Anlaşması'nın Sonuçları

1- Kureyş kabilesi, düzenli bir askerî ve siyasî güç olarak ve gerçek bir yeni bir devlet olarak Müslümanların varlığını kabul etti.

2- Müşriklerin ve münafıkların kalplerine korku girdi, fonksiyonları azalma yoluna girdi ve karşılaşmada  karşıya gelme durumunda zayıflıkları ortaya çıktı.

3- Barış ortamı İslâm'ın yayılmasına fırsat verdi. Çok sayıda kabile İslâm'a girdi. Çünkü Resulullah (s.a.a) İslâm risaleti hareketinin başlangıcından beri Kureyş kabilesinin kendisine karşı tutumunu İslâm'ı özgürce anlatabileceği ve güvenlik ortamında İslâm'ı açıklayabileceği bir fırsat vermesini bekliyordu.

4- Müslümanlar Kureyş kabilesinden yana güvene kavuştular ve bu rahatlığın sonucu olarak bütün ağırlıklarını ve gayretlerini Yahudilere ve diğer İslâm karşıtlarına karşı koymaya yönelttiler.

5- Barış müzakereleri sayesinde Kureyş kabilesinin müttefikleri, Müslümanların tavrını anlamaya ve onlara karşı eğilim göstermeye başladılar.

6- Barış anlaşması, Hz. Peygamber'e (s.a.a) Arap Yarımadası dışındaki hükümdarlara ve devlet başkanlarına mektup ve elçi gönderme ve İslâmiyet'i Arap Yarımadası bölgesinin dışına taşımayı sağlayacak bir adım olarak Mute Savaşı'na hazırlanma imkânı verdi.

7- Barış anlaşması, putperestliğin en önemli kalesi olan Mekke'yi ilerdeki aşamalarda fethetmenin zeminini hazırladı.

2- İslâmî Risaletin Medine Dışına Adım Atması

Kureyş kabilesinin geçmişte İslâm'a son verme girişimleri, Hz. Peygamber'in devletin temellerini ve İslâm toplumunu sağlamlaştırmak, pekiştirmek ve savunmak uğruna verilen savaşlarla yıllar boyunca meşgul olmasına yol açan başlıca faktör oldu. Bu savaşlar sırasında Hz. Peygamber cihanşümul ve bütün dinlere son veren ilâhî mesajını tam bir özgürlük içinde tebliğ edememişti. Fakat Hudeybiye Barışı'nın imzalanması sayesinde Hz. Peygamber Kureyş kabilesinden yana güvene kavuştu. Bu güven ortamı, Hz. Peygamber'e (s.a.a) Arap Yarımadası'nı çevreleyen büyük güçlerin liderlerine ve gerek Arap Yarımadası'nda, gerekse dışında yaşayan toplumların başkanlarına elçilerini göndererek ilâhî direktifleri kendilerine açıkladıktan sonra onları İslâm'a çağırmak için uygun bir fırsat sağladı.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında sahabîlerine: "Ey insanlar, Allah beni rahmet olarak ve herkese hitap etmekle görevlendirerek gönderdi. Havarilerin İsa Peygamber'e karşı çıktıkları tarzda bana karşı çıkmayın!" dedi.

Sahabîlerin: "Havariler İsa Peygamber'e nasıl karşı çıktılar?" diye sormaları üzere Hz. Peygamber (s.a.a) şu cevabı verdi: "İsa Peygamber havarilerini benim sizi çağırdığım görevin aynısına çağırdı. Ama aralarında yakın bir yere gönderileni razı oldu ve aldığı emre teslim oldu. Uzak bir yere gönderileni ise yüzünü ekşitti ve gevşek davrandı."

Bunun üzerine çağrı ve hidayet elçileri Allah Resulü'nün emrini dünyanın çeşitli yörelerine ulaştırmak üzere yollara koyuldular.

3- Hayber Savaşı

Hz. Peygamber (s.a.a) samimî gayretleri, büyük tecrübesi, üstün cesareti ve ilâhî yönlendirme sayesinde Müslümanlara risalet bilinci, direniş ve iyilik merdiveninin basamaklarını bir bir tırmandırdı. Onların ruhlarına sabır ve birbirleriyle iyi ve kardeşçe geçinme tohumları ekti. İlâhî mesajı, mektupları ve elçileri aracılığı ile Arap Yarımadası dışındaki insanlık âlemine ve civardaki güçlerin liderlerine ulaştırmayı başardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu tebliğ kampanyasını başlatırken, farklı tepkiler ile karşılaşabileceğini önceden hesap etti. Çağrıya muhatap olan liderlerin bazısının tepkisi, münafık grupların kalıntılarının ve özellikle tarihleri ihanetle ve arkadan vurma eylemleriyle dolu olan Yahudilerin yardımı ile girişeceği Medine'ye yönelik bir askerî saldırı olabilirdi.

Hayber, Yahudiler için güçlü bir kale ve büyük bir merkez konumunda idi. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) geride kalmış bu gücü ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu düşünce ile Hudeybiye dönüşünün üzerinden sadece birkaç gün geçer geçmez bin altı yüz kişiye ulaşan bir Müslüman ordusu hazırladı. Bu ordunun savaşçılarına şu sözleri ile asla ganimet elde etmek için sefere çıkmamalarını tembih etti: "İçinde sadece cihat arzusu olanlar dışında hiç kimse sakın bizimle sefere çıkmasın."

Hz. Peygamber (s.a.a) bu sefere çıkmadan önce Yahudilerin müttefiklerini vehme düşürüp yanıltarak Yahudileri desteklemeye koşmalarını engelleyen bir yöntem izledi. Böylece savaşın uzamasını önlemeyi hesap etmişti.

Müslüman güçler, Yahudilerin kalelerine ve surlarına sürpriz bir saldırı düzenlediler. En önde Hz. Peygamber'in (s.a.a) sancağını taşıyan Hz. Ali (a.s) yürüyordu.

Yahudiler öteden beri sağlam bir plâna göre korunmuş kalelerine kapandılar. Sonra iki taraf arasında arka arkaya silâhlı atışmalar meydana geldi. Müslümanlar bu atışmalar sırasında birkaç önemli mevzii ele geçirmeyi başardılar. Bununla birlikte çatışmalar şiddetli oldu ve kuşatma süresi uzadı. Müslümanlar bu kuşatma sırasında çok açlık çektiler. Hatta bu yüzden normal durumda yenmeyecek maddeleri yemek zorunda kaldılar.

Resulullah (s.a.a) sancağını, fetih ellerinde gerçekleşsin diye, birkaç sahabîye verdi. Fakat ellerine sancak alanların girişimleri ya kaçışla ya da başarısızlıkla sonuçlandı. Müslümanların bitkinliği son noktaya ulaşınca, Hz. Peygamber (s.a.a): "Yarın bu sancağı Allah ve Resulü'nü seven, Allah'ın ve Resulü'nün de onu sevdiği, ısrarla öne atılan, asla kaçmayan, birine vereceğim. Allah onun eliyle Allah fetih nasip etmedikçe o geri dönmez birine vereceğim." dedi.

Hz. Peygamber (s.a.a) ertesi gün Hz. Ali'yi çağırarak sancağı ona verdi ve fetih onun ellerinde gerçekleşti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar sevindiler. Resulullah (s.a.a) geride kalan Yahudiler ile teslim olmalarından sonra artık Müslümanların mülkü olan tarlalarının ürününün yarısı kendilerine kalmak üzere barış anlaşması yaptı. Buranın geride kalan Yahudilerine Beni'-Nadîr, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza Yahudilerine davrandığı gibi sert davranmadı. Çünkü geride kalan bu Yahudilerin gücü Medine'de önemli bir etki meydana getirecek nitelikte değildi.

4- Hz. Peygamber'e (s.a.a) Suikast Girişimi

Bir grup, gizli kinlerini yatıştırmak ve düşmanca duygularını tatmin etmek için Hz. Peygamber'e (s.a.a) suikast düzenleyerek onu öldürmeye karar verdi. Bu maksatla Yahudi Selâm b. Muişkiem'in eşi Zeynep bint-i Haris, Hz. Peygamber'e kızarmış bir koyun ikram etti. Kadın, koyuna zehir katmış ve zehirin en çoğunu koyunun ön butlarına aşılamıştı. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) koyunun en çok ön butlarını sevdiğini biliyordu.

Kadın, koyunu Resulullah'ın (s.a.a) önüne koyunca Hz. Peygamber ön budunu alarak ondan bir lokma ağzına alıp çiğnedi; ama yutmadan ağzından çıkardı. Fakat bu koyundan kopardığı bir diğer lokmayı da çiğneyip yutmuş olan Bişr b. Bera' b. Ma'rur, zehirlenerek öldü.

Hz. Peygamber (s.a.a) işlemek istediği bu cinayeti itiraf eden kadını affetti. Çünkü kadın, Hz. Peygamber'in gerçekten peygamber olup olmadığını denemek için bu işe giriştiğini ileri sürdü. Aynı şekilde kadın ile birlikte bu suikastın düzenlenmesine katılanları araştırıp kovuşturmaya da girişmedi.

5- Fedek Halkının Teslim Olması

Hakkın ve adaletin hücumları önünde ihanet yuvaları birbiri peşi sıra düştü. Yüce Allah'ın yardımı ile Hayber'in fethi gerçekleşir gerçekleşmez Allah, Fedek halkının kalplerine korku saldı. Bu korkunun etkisi ile Resulullah'a (s.a.a) bir heyet göndererek barış anlaşması imzalamak istediklerini bildirdiler. Peşin olarak kabul ettikleri şartlara göre Fedek bahçelerinden elde edilen ürünün yarısını Hz. Peygamber'e verecekler ve itaatkâr ve barışa sadık kişiler olarak İslâm egemenliğinin sancağı altında yaşayacaklardı. Resulullah (s.a.a) bu şartlar üzerine barış teklifini kabul etti.

Böylece Fedek bölgesi, Kur'ân'ın hükmüne göre Resulullah'ın (s.a.a) özel mülkü oldu. Çünkü buraya hiçbir atın ayağı basmamış ve alınması için hiçbir silâh kullanılmamıştı. Zira buranın halkı tehditsiz ve savaşsız olarak Hz. Peygamber'e teslim olduğunu ilân etmişti. Resulullah (s.a.a) da burayı kızı Fatıma'ya (a.s) bağışladı.

Fedek yöresinin teslim olması ile Arap Yarımadası'nın ihanet odaklarından temizlenmesi işi tamamlandı. Böylece Yarımada, silâhlarından arındırılarak İslâm devletinin kanunlarının koruması altına alınan Yahudilerin fitnelerinden, ortalığı karıştırma girişimlerinden kurtuldu.

Hayber'in fethedildiği gün, Cafer b. Ebu Talip, Habeşistan'dan döndü. Hz. Peygamber (s.a.a) onu karşılayarak alnından öptü ve "Bu iki olayın hangisine sevineyim? Hayber'in fethedilmesine mi, yoksa Cafer'in gelmesine mi?" dedi.

6- Kaza Umresi

Hudeybiye Barışı'yla geçen süreçte Müslümanların İslâm egemenliğinin dayanaklarını sürekli pekiştirme gayretleri devam etti. Geçen süreçte Hudeybiye Barışı'nın günleri doldu. Hayber kalesinin fethedilmesinden sonra önemli bir askerî harekât olmadı. Sadece karışıklık çıkaran bazı unsurlar üzerine tebliğ veya bastırma amaçlı birkaç seriye sefere çıkarıldı.

Hudeybiye Barışı'nın üzerinden bir yıl geçti. Bu süre zarfında her iki taraf da anlaşmanın şartlarına uydular. Şimdi Hz. Peygamber'in ve Müslümanların anlaşmaya göre Beytü'l-Haram'ı serbestçe ziyaret etmelerinin vakti gelmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in münadisi Müslümanların kaza umresini yerine getirmek için hazırlık yapmaları yolunda çağrıda bulundu. Hz. Peygamber'le birlikte iki bin kadar Müslüman yola çıktı. Müslümanların yanlarında silâh yoktu, sadece kınlarında olan kılıçlarını götürmüşlerdi. Ama yine de Hz. Peygamber (s.a.a) bir arkadan vurma girişiminin olabileceğinden çekiniyordu. Bunun için beklenmedik gelişmeler karşısında savunma yapmaya hazır hâlde beklesinler diye silâhlı bir birliği Merru'zd-DZahran denen yere yerleştirdi.

Hz. Peygamber (s.a.a) Zu'l-Huleyfe'ye varınca kendisi ve beraberindeki sahabîleri ihrama girdiler. Yanına kurbanlık olarak altmış büyük baş hayvan aldı. Atlılar kafilenin önünden gidiyordu. Sayıları yüz kadar olan bu hayvanlar kervanının başında Muhammed b. Mesleme vardı. Bu arada Mekke şefleri ile onların peşlerinden giden halk da Mekke yakınlarındaki şehre bakan dağlara ve tepelere çıktılar. Böylece Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve ashabını görmek, onları seyretmek istemediklerini kanıtlamak istiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber'in (s.a.a) azameti ve Müslümanların, Resulullah'ın çevresini sararak yüksek sesli telbiyeleri ile etrafı çınlatan görüntülerinin heybeti gözlerini kamaştırdı ve onları, ziyaret görevlerinin gereklerini yerine getiren Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve Müslümanları kendilerini kaybetmiş bir şaşkınlık hâlinde seyretmeye sevk etti.

Hz. Peygamber (s.a.a) Beytullah'ın çevresini, yularını Abdullah b. Revaha'nın tuttuğu binek hayvanının sırtında tavaf etti ve Müslümanların yüksek sesle şunları haykırmalarını emretti: "Tek Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun vaadi gerçekleşti. O kulunu destekledi, ordusunu üstün getirdi ve tek başına müttefikleri bozguna uğrattı."

Bu sözlerin nidaları Mekke'de ve şehrin vadilerinde çınladı. Müşriklerin kalpleri korkudan çarpmaya başladı ve yedi yıl önce bu şehirden kovulup bir kaçak olarak çıkan Hz. Peygamber'e yönelik ilâhî destek tablosu gönüllerini kin ve öfke ile doldurdu.

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar, umre ibadetinin gereklerini tamamladılar. Onları istemeyerek izleyen Kureyşliler, İslâm'ın ve Müslümanların ne kadar güçlü olduğunu yakından gördüler. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve beraberindekilerin Medine'ye göç etmiş olmaları sebebi ile sıkıntıda, darda ve çaresizlik içinde oldukları yolunda aldıkları haberlerin yalan olduğunu kesinlikle anladılar.

Bilal Kâbe'nin damına çıkarak Kureyşli kâfirleri kine boğan çarpıcı bir manevî atmosfer içinde öğle ezanını okuyarak tevhit çağrısını ilân etti... Artık Mekke bütünü ile Müslümanların tasarrufu altında idi.

Muhacirler Allah yolunda terk etmiş oldukları evlerini ziyaret etmek ve uzun bir ayrılıktan sonra aileleri ve akrabaları ile buluşup görüşmek üzere ensardan kardeşlerinin eşliğinde şehre dağıldılar.

Müslümanlar Mekke'de üç gün kaldıktan sonra Kureyş kabilesi ile yapmış oldukları anlaşma gereğince şehirden ayrıldılar. Ayrılmadan önce Hz. Peygamber'in (s.a.a) Meymune ile evlenme töreninin burada yapılması yolundaki isteğini Kureyşliler reddettiler. Çünkü eğer Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke'de kalışı uzayacak olursa, gücünün artacağından ve İslâm'ın Mekke toplumunu karıştıracağından korktular.

Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) yeni eşi Meymune'yi o gece alıp yanına getirmesi işi ile Ebu Rafi'i görevlendirerek öğle namazından önce Müslümanları yanına alarak Mekke'den ayrıldı.


İSLÂM YARIMADA DIŞINDA

1- Mute Savaşı[1]

Hz. Peygamber (s.a.a) güveni Arap Yarımadası'nın kuzeyine yaymaya, o yörenin halkını İslâm'a çağırmaya ve oradan Şam'a doğru ilerlemeye karar verdi. Bu düşünce ile Haris b. Umeyr Ezdî'yi Gassanî hükümdarı Haris b. Ebu Şimr'e elçi olarak gönderdi. Fakat Gassanîlerden Şurahbil b. Amr, Hz. Peygamber'in bu elçisinin yolunu keserek onu öldürdü.

Tam bu sırada Resulullah (s.a.a) bir Müslüman heyetini halkı İslâm'a çağırsınlar diye Şam tarafına gönderdi. Fakat Şam'a bağlı Zatu'l-Atlah denen yörenin halkı bu heyete saldırarak onları öldürdü. Heyet üyelerinin öldürüldüğü haberi Hz. Peygamber'e (s.a.a) gelince çok üzüldü ve Müslümanları sefere çıkmaya çağırdı. Üç bin savaşçıdan oluşan bir ordu hazırlayarak komutanlığına Zeyd b. Harise'yi tayin etti. Gerektiği takdirde Zeyd'in yerine Cafer b. Ebu Talib'in ve onun yokluğunda da yerine Abdullah b. Revaha'nın geçeceğini bildirdi. Birlik yola çıkmadan önce bir konuşma yaparak onlara şunları söyledi:

"Allah'ın adı ile savaşın... Onları İslâm'a girmeye çağırın... Eğer bu dediğinizi yaparlarsa, artık üzerlerine varma, onları kendi hâllerine bırak... Teklifinizi kabul etmezlerse, Allah'ın ve sizin bu ortak düşmanlarınız ile Şam'da savaşın. Orada insanlarla ilişkilerini kesip kiliselere ve manastırlara kapanmış birtakım adamlar bulacaksınız. Onlara ilişmeyin. Kendilerini şeytana adamış başka birtakım adamlar da bulacaksınız. Başlarında külahlar olacak. Bu külahları kılıçlarınızla başlarından düşürün. Sakın kadınları, süt çağındaki çocukları ve yaşlıları öldürmeyin. Sakın hurma ağaçlarını ve başka ağaçları kesmeyin ve evleri yıkmayın."

Resulullah (s.a.a) sefere gönderdiği bu ordunun askerlerini Seniyyetü'l-Veda denen yere kadar uğurladı.

Müslüman ordusu, Meşarık diye adlandırılan yöreye varınca silâh, teçhizat ve asker sayısı bakımından beklediğinden çok daha büyük bir Bizans ordusu ile karşılaştı. Karşılarına çıkan Bizans ordusunun savaşçı sayısı iki yüz bini buluyordu. Müslüman ordusu Mute'ye yöneldi ve düşmana burada karşı koymaya karar verdi. Birçok sebebin etkisi ile Müslüman ordusunda çözülme belirdi ve ordunun üç komutanının üçü de öldürüldü. Çözülmeye yol açan faktörlerden biri, Müslümanların yabancısı oldukları ve yardım alacakları merkezlerden uzak bir yerde savaşmaları idi. Ayrıca Müslümanlar saldırı savaşı yaptıkları hâlde Bizanslılar büyük bir asker sayısı ile savunma savaşı yapıyorlardı. Bunlara ek bir faktör de taraflar arasındaki savaş tecrübesi konusundaki dengesizlikti. Bizans ordusu tarihte iz bırakan savaşlar yapmış düzenli bir güçtü. Oysa Müslüman ordusu, savaşçı sayısı az, tecrübesi yetersiz, oluşumu üzerinden az zaman geçmiş bir güçtü.

 Resulullah, Cafer b. Ebu Talib'in ölümüne çok üzüldü. Arkasından hüngür hüngür ağladı. Evine giderek ailesine taziyelerini sundu ve çocuklarını teselli etti. Cafer'in yanı sıra Zeyd b. Harise'ye de çok üzüldü.

2- Mekke'nin Fethi[2]

Mute Savaşı'ndan sonra bölgedeki güçlerin tepkileri farklı oldu. Bizanslılar Müslümanların geri çekilmelerine, Şam'a girememelerine sevindiler.

Kureyşlilere gelince; onlara egemen olan duygu da sevinç oldu. Ayrıca, Müslümanlara yönelik cüretleri yeniden uyanmaya başladı ve güvenliği ihlâl etme yolu ile Hudeybiye Barışı'nı çiğneme girişimlerini devreye soktular. Bu amaçla Hudeybiye Barış Anlaşması'nın arkasından kendilerine müttefik olan Bekroğulları kabilesini, yine o anlaşmayı izleyen günlerde Hz. Peygamber (s.a.a) ile ittifak yapan Huzaaoğulları kabilesine karşı kışkırttılar. Bekroğulları'na silâh yardımı yaptılar. Bu yardımlardan yüz bulan Bekroğulları kabilesi, ansızın Huzaa kabilesine saldırarak her şeyden habersiz, güven içinde evlerinde oturan bu kabilenin bazı fertlerini öldürdüler. Öldürülenlerin bazıları ibadet hâlinde idiler. Bu baskın üzerine Huzaalılar korku içinde Resulullah'a (s.a.a) koşarak ondan yardım istediler. Bu kabilenin temsilcisi olan Amr b. Salim, mescidin bir köşesinde otururken bulduğu Resulullah'ın (s.a.a) önünde, ayakta durarak barış anlaşmasının çiğnendiğini anlatan ve şairinin kendisi olduğu beyitler okudu. Dinlediği bu beyitlerden etkilenen Resulullah (s.a.a) Amr'a: "Ey Amr b. Salim, sana yardım kesindir." dedi.

Kureyşlilere gelince; uyandılar ve davranışlarının kötülüğünü anladılar. Müslümanlardan duydukları korkunun ve kapıldıkları paniğin baskısı altına girdiler. Yaptıkları toplantıda barışı yenilemek ve Hz. Peygamber'den (s.a.a) anlaşma süresinin uzatılmasını istemek üzere Ebu Süfyan'ın Medine'ye gönderilmesine oy birliği ile karar verdiler.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Süfyan'ın isteğine kulak asmadı. Ona: "Bir olay var mı?" diye sordu. Ebu Süfyan'ın: "Allah korusun." karşılığını vermesi üzerine Kureyş liderine: "Biz süremize ve barışımıza bağlıyız." cevabını verdi.

Ama Ebu Süfyan'ın kafası rahatlamadı ve aldığı cevabı yeterli bulmadı. Hz. Peygamber'den (s.a.a) taahhüt ve güvence alarak işi sağlama bağlamak istiyordu. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.a) üzerinde etkili olabilecek kimseleri aracı olarak devreye sokmak istedi. Fakat bu amaçla kendilerine başvurduğu kimseler kendisini ya reddettiler veya ilgisizlikle karşıladılar.

Bu durumda hayal kırıklığı içinde Mekke'ye dönmekten başka yapacak bir şey bulamadı. Müşrikler hesabına gelişmeler zor bir döneme girmişti. Çünkü şartlar değişti. Hz. Peygamber (s.a.a) günden güne gelişen askerî hazırlığına ve kökleşen iman gücüne bağlı olarak Mekke'yi fethetmek isterken Kureyşlilerin istediği tek şey, can güvenliği ile mal dokunulmazlığı idi. Üstelik barış anlaşmasının çiğnenmesiyle fırsat da oluşmuş ve da çıkmıştı. İslâm'ın Arap Yarımadası'na bütünü ile egemen olması yolunda Mekke, son adım olmaya yaklaşmıştı.

Hz. Peygamber (s.a.a) genel seferberlik ilân etti. Bütün Müslüman topluluklar gönderdikleri heyetler aracılığı ile onun bu çağrısına olumlu karşılık verdiler. Resulullah (s.a.a) yaklaşık on bin savaşçıdan oluşan bir ordu hazırladı. Maksadını ve ne yapmak istediğini çok yakınları dışında kalan herkesten saklı tutmaya çalıştı. Bu günlerde sık sık şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, Kureyşlileri gözlerden ve haberlerden mahrum et ki, onları kendi beldelerinde ansızın baskına uğratalım."

Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.a) ilâhî destekli zaferin hızlı bir şekilde, bir damla bile kan dökülmeden gerçekleşmesini arzu ediyordu. Bunun için ani baskına dayanan bir yöntem uygulamayı düşünüyordu. Fakat bu haber, duyguları karşısında zayıf düşen bir adama sızdı ve bu adam Kureyş kabilesine bu haberi içeren bir mektup yazarak onu yerine ulaştırsın diye bir kadına verdi. Bu bilginin vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e (s.a.a) iletilmesi üzerine Allah'ın Resulü, Hz. Ali ile Zübeyr'e kadına yolda yetişip mektubu geri almalarını emretti. Hz. Ali, (a.s) … söz konusu mektubu kadından geri aldı.

Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'nin getirdiği mektubu teslim alınca, Müslümanları mescitte topladı. Toplantıda bir yandan sahabîlerin gayretlerini harekete geçirdi ve ihanetten sakındırıcı telkinlerde bulundu, öte yandan da Allah rızası uğruna duyguları zapt etmenin önemini açıkladı. Bu arada Müslümanlar ihbar mektubunun yazarı olduğu ortaya çıkan, fakat mektubu ihanet kastıyla yazmadığı hususunda Allah adı üzerine yemin eden Hatıb b. Ebu Beltaa'ya yüklenerek onun camiadan uzaklaştırılmasını önerdiler.

 

İslâm Ordusunun Mekke'ye Hareket Etmesi

Hazırlanan bu büyük İslâm ordusu, ramazan ayının onunda Mekke'ye doğru hareket etti. Kedid adı ile bilinen yere varıldığında, Hz. Peygamber (s.a.a) su istedi ve Müslümanların gözleri önünde su içerek orucunu bozdu ve Müslümanlara da oruçlarını bozmalarını emretti. Fakat bazıları önderin ve Elçi'nin emrini dinlemeyerek oruçlarını bozmadılar. Hz. Peygamber (s.a.a) bu kimselerin emir dinlemezliğine kızarak: "Bunlar asidirler." dedi ve onların da oruçlarını bozmalarını emretti.

Müslüman ordusu Merru'd-Dahran adı ile bilinen yere varınca, Hz. Peygamber (s.a.a) askerlere çöle dağılmalarını ve herkesin ateş yakmasını emretti. Böylece koyu karanlık gece aydınlandı ve Müslüman ordusunun Kureyşli güçleri önüne katarak ezecek çapta büyük bir ordu olduğu görüntüsünü verdi. Bu manzara Cuhfe denen yerde Hz. Peygamber'in askerî konvoyuna katılmış son muhacir olan Abbas b. Abdulmuttalib'i kaygıya düşürdü. Abbas bu kaygının etkisi ile Hz. Peygamber Mekke'ye girmeden şehir dışına çıkıp teslim olmaları yolunda öneride bulunmak için Kureyşliler ile bağlantı kurmanın yolunu bulmaya koyuldu.

Bu sırada ansızın Budeyl b. Verka ile konuşan Ebu Süfyan'ın sesi duyuldu. Böyle büyük bir gücün Mekke yakınına gelip dayanmış olduğunu şaşkınlıkla karşılıyordu. Ebu Süfyan, Abbas'tan Hz. Peygamber'in Mekke'yi fethetmek üzere ordusu ile şehrin üzerine yürüyeceği haberini alınca, korkudan titremeye başladı. Bulabildiği tek çare Abbas aracılığı ile Hz. Peygamber'den (s.a.a) güvenlik garantisi almaktı.

Af ve yüce ahlâk kaynağı olan Hz. Peygamber'in, amcası Abbas'ın arcılığını kale almayarak hoşgörü cimriliği göstermesi beklenemezdi. Nitekim Abbas'a: "Git; yarın sabah onu bana getirene kadar kendisine güvenlik tanıyoruz." dedi.

Ebu Süfyan'ın Teslim Olması

Ertesi sabah Ebu Süfyan, Hz. Peygamber'in (s.a.a) karşısına gelip dikilince, Peygamberimiz ona: "Yazıklar olsun sana, Allah'tan başka ilâh olmadığını öğrenmenin vakti gelmedi mi?" diye sordu. Ebu Süfyan, Hz. Peygamber'e şu karşılığı verdi: "Anam, babam sana kurban olsun. Ne kadar yumuşak huylu, ne kadar kerem sahibi ve ne kadar akrabalık bağlarını gözeten birisin. Vallahi, öyle sanıyorum ki, eğer Allah'ın yanı sıra bir başka ilâh olsaydı, artık bana bir yararı olması gerekirdi." Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a): "Yazıklar olsun sana, benim Allah'ın Resulü olduğumu öğrenmenin vakti gelmedi mi?" diye sordu. Ebu Süfyan, bu soruya şu cevabı verdi: "Anam, babam sana kurban olsun. Ne kadar yumuşak huylu, ne kadar kerem sahibi ve ne kadar akrabalık bağlarını gözeten birisin. Vallahi, bu konuda şu ana kadar içimde şüphe var."

Abbas b. Abdulmuttalip, Ebu Süfyan'a Müslümanlığı kabul etmesi yolunda baskı yapmak için içinde bulunduğu durumu fırsat bilerek ona: "Yazıklar olsun sana, öldürülmeden önce Müslüman ol ve Allah'tan başka ilâh olmayıp Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna şahadet et." dedi. Ebu Süfyan da ölümden korktuğu için kelime-i şahadet getirerek Müslüman nüfusunun bir ferdi oldu.

Ebu Süfyan'ın teslim olmasının arkasından geride kalan müşrik liderleri de teslim oldu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) Kureyşliler üzerine kurulan psikolojik baskıyı tamamına erdirip kan dökülmeden teslim olmalarını sağlamak için Abbas'a şu talimatı verdi: "Ey Abbas, Ebu Süfyan'ı vadinin dar yerinde, dağın alnacında tut ki, Allah'ın askerleri yanından geçerken onları gözleri ile görsün."

İslâm'ın ve başkomutan Resulullah'ın merhametine yönelik güveni yaygınlaştırmak ve Ebu Süfyan'ın büyüklük kibir duygusunu tatmin edip inatlaşmasına meydan vermemek için Hz. Peygamber ş(s.a.a) şu genel direktifi verdi: "Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse, güvendedir. Kim evinin kapısını üzerine kilitlerse, güvendedir. Kim Mescid-i Haram'a girerse, güvendedir. Kim silâhtan arınırsa güvendedir."

Allah'ın askerleri vadinin geçidinden resmî geçit yaparken Abbas, geçen birlikleri ayrı ayrı Ebu Süfyan'a tanıtırken Kureyş lideri dehşete kapılarak Abbas'a: "Ey Ebulfazl, kardeşinin oğlunun egemenliği, krallığı gerçekten çok büyük oldu." dedi. Abbas ona: "Ey Ebu Süfyan, bu nübüvvettir." dedi. Ebu Süfyan, Abbas'ın bu cevabına karşılık verip vermemekte tereddüt ederek: "Evet, o hâlde" dedi. Sonra Mekke halkını uyarmak ve Resulullah'ın (s.a.a) verdiği güvence ile ilgili haberi ilân etmek üzere şehre hareket etti.

Mekke'ye Giriş

Hz. Peygamber (s.a.a), Müslüman birliklerin her birinin hangi giriş kapısından şehre girmeleri gerektiğini bilgece belirleyerek bu yoldaki emirlerini birliklere duyurdu. Bütün birliklere saldırıya karşılık vermek gereği duyulmadıkça savaşa başvurulmaması gerektiğini ısrarla hatırlattı. Belli sayıdaki bazı müşriklerin ne durumda yakalanırlarsa yakalansınlar, hatta Kâbe'nin örtüsüne asılmış olarak bulunsalar bile kanlarının dökülmesi gerektiğini vurguladı. Çünkü bu azılı müşrikler büyük cinayetler işlemişler, İslâm'a ve Hz. Peygamber'e (s.a.a) ölçüsüz derecede düşmanca davranmışlardı.

Mekke'nin evleri görülür-görülmez Hz. Peygamber'in (s.a.a) gözleri yaşla doldu. Muzaffer İslâm güçleri şehrin dört tarafından Mekke'ye girdi. Şehir, izzet ve zafer görüntüleri ile yücelik kazanmıştı. Resul-i Ekrem (s.a.a), Allah'ın kendisine sunduğu bağışa ve nimete karşılık ona duyduğu saygıyı ve şükrü ifade etmenin somut bir göstergesi olarak başı eğik bir şekilde Mekke'ye girdi. Çünkü Allah'ın adını yüceltme yolunda katlandığı uzun sıkıntılardan ve ıstıraplardan sonra "Ümmü'l-Kura=Şehirlerin Anası" diye anılan bu şehir, risaletinin ve devletinin önünde dize gelmişti.

Mekke halkının ısrarlı isteklerine rağmen Hz. Peygamber (s.a.a) hiçbir kimsenin evine girmeyi kabul etmedi. Kısa bir istirahattan sonra gusletti ve binek hayvanının sırtına çıkarak tekbir getirdi. Arkasından bütün Müslümanlar da tekbir getirdiler. Dağlar ve ovalar bu tekbir sesleri ile çınladı. O dağlar ve ovalar ki, bazı müşrik liderler İslâm'dan ve onun zaferinden korktukları için oralara kaçmışlardı. Hz. Peygamber Beytullah'ı tavaf ederken etrafında bulunan her puta eli ile işaret ediyor ve "De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur.”[3] ayetini okuyordu ve hemen arkasından putu yüzüstü yere düşüyordu.

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) omuzlarına ayaklarını basıp yukarıya yükselebilmek için Hz. Ali'ye oturmasını emretti. Fakat Hz. Ali, Hz. Peygamber'i (s.a.a) taşıyamadı. Hz. Ali'nin omuzları üzerinde ayakta durup Kâbe'nin üstündeki putları kırmak istiyordu. Hz. Ali Hz. Peygamber'i taşıyamayınca, bu sefer Hz. Ali, amcası oğlunun omuzlarına basıp yükselerek yukarılardaki putları kırdı. Arkasından Hz. Peygamber Kâbe'nin anahtarlarını istedi, kapıyı açıp içeri girdi ve orada bulunan şekilleri yok etti. Sonra Kâbe'nin kapısında durarak durmadan çoğalan kalabalığa karşı bu büyük fetih ile ilgili bir konuşma yaptı. Konuşmasında şunları söyledi:

"Tek Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun ortağı yoktur. Vaadini doğru çıkardı, kulunu destekledi ve müttefik orduları tek başına hezimete uğrattı. Haberiniz olsun. Bütün ayrıcalıklar, iddia edilen bütün kanlar ve mallar, Beytullah'ın bakımı ve hacıların su ihtiyacının karşılanması dışında, hepsi şu ayaklarımın altındadır..." Sonra şöyle dedi: "Ey Kureyşliler, Allah sizden cahiliye gururu ile ve yine o döneme ait atalarla böbürlenme geleneğini giderdi. İnsanlar Adem'den türedi ve Adem de topraktan yaratıldı..."[4]

Arkasından şu ayeti okudu: "Ey müminler, biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımazın için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, kötülüklerden en çok sakınanızdır. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.”[5] Daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Kureyşliler, görüşünüz nedir, benim size ne yapacağımı bekliyorsunuz?"

Mekkeliler: "Sen bizim için kerem sahibi bir kardeş, kerem sahibi bir yeğensin." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a): "Gidin, serbestsiniz!" dedi.

Sonra Bilal, öğle ezanını okumak üzere Kâbe'nin damına çıktı. Arkasından Müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) imamlığı ile Mescid-i Haram'da bu fethi izleyen ilk namazlarını kıldılar.

Müşrikler şaşkınlık içinde idiler. Korku ve çekingenlikle karışık bir dehşetin yoğun etkisine maruzdular. Bunun yanı sıra ensar Müslümanları da kerem sahibi Hz. Peygamber'in Mekke halkına gösterdiği ve karşılığını da fazlası ile gördüğü sıcak ilgiyi gördükleri için onun kendileri ile birlikte Medine'ye dönmeyeceği endişesine düştüler. Bu konudaki sorular hayallerinden geçerken, Allah'a dua etmekle meşgul olan Hz. Peygamber (s.a.a) onların kafalarını kurcalayan ve kendisine malum olan endişeleri, onların tarafına dönerek söylediği şu sözlerle dağıttı: "Allah korusun, hayat sizin hayatınız ve ölüm de sizin ölümünüzdür." Hz. Peygamber bu sözleri ile Medine'nin, İslâm'ın başkenti olarak kalacağını ilân ediyordu.

Sonra insanların ona biat etme töreni başladı. Önce ona erkekler biat etti. Bu arada bazı Müslümanlar kanlarının dökülmesi gerektiği bazı azılı müşriklerin affedilmesi için Hz. Peygamber'in (s.a.a) nezdinde aracı oldular. Peygamberimiz de bu istekleri kabul ederek söz konusu müşrikleri affetti.

Erkeklerden sonra kadınların biat etmelerine sıra geldi. Sırası gelen kadın daha önce Hz. Peygamber'in içine elini daldırdığı su dolu bir maşrapaya elini daldırarak ona biat ediyordu. Bu biatte kadınlar Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmeyeceklerine, hiç kimseye kendilerinin uydurdukları bir isnat ile iftira atmayacaklarına ve Peygamber'in maruf içerikli emirlerine karşı gelmeyeceklerine dair söz verdiler.

Bu sırada Resulullah'ın (s.a.a) müttefiki olan Huzaa kabilesinden bazı kişiler müşriklerden bir erkeğe saldırarak onu öldürdüler. Hz. Peygamber (s.a.a) bu olayı öğrenince öfkelendi ve halkın karşısına geçerek şu konuşmayı yaptı: "Ey insanlar, yüce Allah gökleri ve yeryüzünü yarattığı günden beri Mekke'yi saygın bir yer ve haram bölge kıldı. Burası kıyamet gününe kadar da kan dökülmesi haram olan saygın ve haram bölgedir. Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bu şehirde kan dökmesi veya bir ağacı kesmesi helâl değildir."

Sonra sözlerine şunları ekledi: "Kim size: 'Resulullah bu şehirde savaştı.' derse, ona deyin ki: Ey Huzaalılar, Allah bu şehirde savaşmayı elçisine helâl kıldı; ama size helâl kılmadı." Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) Mekke'ye karşı takındığı tutumu ve bu şehrin halkına gösterdiği sıcak ilgiyi, merhameti, hoşgörüyü, affediciliği, saygıyı ve kutsamayı bütünü ile takdir etti ve bu yüzden insanların kalpleri güven ve huzur içinde ona ve İslâm dinine doğru meyletti.

Resulullah (s.a.a) Mekke'nin her yanındaki ve çevresindeki put kalıntılarını ve müşriklere ait ibadet yerlerini yıkmak için seriyeler gönderdi. Fakat Halid b. Velid, amcasının öcünü almak için teslim olmuş Cuzeyme kabilesinden birkaç kişiyi öldürmek gibi bir yanlış iş yaptı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu olayı öğrenince kızdı ve hemen Hz. Ali'ye gerekli parayı yanına alıp Cuzeyme kabilesine giderek öldürülen kişilerin diyetini vermesini emretti. Arkasından kıbleye doğru döndü ve ellerini kaldırarak: "Allah'ım, Halid b. Velid'in yaptığı bu işten uzak olduğumu, onun sorumluluğuna katılmadığımı sana arz ederim." dedi. Hz. Peygamber'in bu sözleriyle Cuzeyme kabilesi mensuplarının sinirleri yatıştı ve gerginlikleri yumuşadı.

3- Huneyn Savaşı ve Taif Kuşatması[6]

Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke'de on beş gün geçirdi. Böylece bu şehirde uzun bir müşriklik döneminden sonra yeni bir tevhit döneminin başlıyordu. Mekke'de on beş gün geçirdi. Bu süre içinde Müslümanlarda hâkim olan duygular gıpta ve sevinç oldu. Şehirlerin anası diye anılan Mekke, tarihinin en güvenli günlerini yaşıyordu. Burada Hz. Peygamber'e (s.a.a) gelen haberlere göre Hevazin ve Sakıf kabileleri İslâm'a karşı savaş açmaya hazırlanıyorlardı. Bu iki kabile diğer müşrik ve münafık güçlerin yapamadıkları bir işi, yani İslâm'ı yok etme hedefini gerçekleştirebileceklerini sanıyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu iki kabile ile karşılaşmak için sefere çıkmaya karar verdi. Fakat her fetih öncesi seferde yaptığı gibi bu sefere çıkmadan önce de Mekke'deki yönetim mekanizmasının temellerini sağlamlaştırmayı ihmal etmedi. Bu maksatla insanlara Kur'ân'ı ve İslâm hükümlerini öğretmesi için Muaz b. Cebel'i, cemaate namaz kıldırması ve devlet işlerini idare etmesi için de Uttab b. Useyd'i görevlendirdi.

Arkasından on iki bin savaşçı ile sefere çıktı. Bu ordu Müslümanların o güne kadar bir eşini görmedikleri derecede büyük bir güçtü. Bu gücün büyüklüğü Müslümanların gurura ve gaflete kapılmalarına yol açtı. O kadar ki, Ebu Bekir: "Eğer bugün Şeybanoğulları ile karşılaşsaydık, asla sayı azlığı yüzünden yenilmezdik." dedi.

Hevazin ve Sakıf kabileleri ise, aralarında ittifak yaparak kadınları ve çocukları da dahil olmak üzere tam bir seferberlik hazırlığı ile Huneyn denen yerde savaşmaya çıktılar. Müslümanları şaşırtıp tuzağa düşürmek için pusuya yattılar. İslâm ordusunun öncü güçleri bu pusu yerinin yakınına vardıklarında, pusudaki güçler bu öncü güçleri geri kaçmak zorunda bıraktılar. Onlar geri kaçınca, arkadan gelen diğer Müslüman güçler de düşman silâhlarından paniğe kapılarak geri kaçtı. Allah'ın elçisinin yanında sadece on kişi kaldı. Bu on kişinin dokuzu Haşimoğulları'ndan ve biri de Eymen (Ümmü Eymen'in oğlu) idi. Müslümanların uğradıkları bu bozgun, münafıklar arasında büyük bir mutluluk ve sevinç uyandırdı. Ebu Süfyan büyük bir yaygara ile ortaya çıktı ve "Denize kadar sürülünceye dek onların hezimeti son bulmaz." dedi. Bir başkası: "Haberiniz olsun, bugün büyü bozuldu." dedi. Bu arada, bu karışık durumda ortaya çıkan bir başkası Hz. Peygamber'i (s.a.a) öldürmeye girişti.

Hz. Peygamber (s.a.a), amcası Abbas'a yüksek bir kaya üzerine çıkarak kaçmakta olan muhacir ile ensarın savaşçılarına şöyle seslenmesini emretti: "Ey Bakara Suresi'nde kastedilen Müslümanlar, ey ağacın altında Peygamber'e biat edenler! Bana doğru gelin. Nereye kaçıyorsunuz? Bu, Allah Resulü'dür."

Bu çağrı üzerine gaflet sonrası bir bilinç geri gelir gibi oldu. Müslümanlar gevşeme sonrasında yeni bir heyecan buldular. Hz. Peygamber'i (s.a.a) destekleme ve İslâm'ı savunma doğrultusundaki vaatlerine bağlılıklarını yeniledikleri görüldü... Hz. Peygamber Müslümanları coşturan bu heyecanı görünce: "Şimdi tandır ateşlendi; ben peygamberim, bu yalan değil; ben Abdulmuttalip oğluyum." dedi. Yüce Allah Müslümanların kalplerine huzur ve soğukkanlılık indirdi ve onları desteği ile teyit etti. Bunun sonucunda kâfir ordusunun birlikleri hezimete uğrayarak geri kaçtılar. Arkalarında altı bin esir ile pek çok miktar da ganimet bırakmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) düşmanın Evtas, Nahle ve Taif mıntıkalarına kadar kovalanması tamamlanıncaya kadar ganimetlerin korunmasını ve esirlerin gözetim altında tutulmasını emretti.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) yüce ahlâkının, büyük affediciliğinin ve geniş merhametinin bir belirtisi, bu savaş sonrasında da ortaya çıktı. Çünkü Ümmü Süleym'in cepheden kaçarak Resulullah'ı korumasız bırakanların öldürülmesi yolundaki teklifine: "Allah işin üstesinden geldi, Allah'ın afiyeti daha geniştir." karşılığını verdi.

Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanlardan birinin duyduğu kinin etkisi ile müşriklerin küçük çocuklarını öldürdüğünü öğrenince, buna kızdı ve "Bazıları nasıl oluyor da öldürme eylemini küçük çocukları kapsayacak kadar ileri götürdüler. Haberiniz olsun, biz çocukları öldürmeyiz!" dedi. Useyd b. Hudeyr'in Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Resulü, onlar müşriklerin çocukları değiller mi?" karşılığını vermesi üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Sizin en seçkinleriniz ve en iyileriniz, müşrik çocukları değil mi? Herkes fıtrat üzere doğar ve konuşmaya başlayıncaya kadar bu doğal niteliğini sürdürür. Sonra ana-babası onu Yahudi veya Hıristiyan yapar."

Müslüman güçler, düşman güçleri Taif'e kadar kovalamayı sürdürdüler. Taif'e ulaşınca orayı yirmi küsur gün kuşattılar. Kaleye sığınan düşman, surların ve hurma bahçelerinin arkasından Müslümanlara ok attı. Yirmi küsur günün sonunda Hz. Peygamber (s.a.a) birçok gerekçe ile Taif'ten ayrıldı.

Dönüşünde düşman esirlerin ve ganimet mallarının toplandığı yer olan Ceirrane'ye vardığında, kendisinden af isteyen Hevazin kabilesinin temsilcileri Hz. Peygamber'in huzuruna çıktılar. Şöyle dediler: "Ey Allah'ın Resulü, bu esirler arasında çocukluğunda senin bakımını üstlenen halaların ve teyzelerin de var. -Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanlarında süt emme çağını yaşadığı Sa'doğulları, Hevazin kabilesinin bir kolu idi.- Eğer biz vaktiyle Haris b. Ebu Şimr'e veya Nü'man b. Münzir'e çocukluklarında süt emzirseydik de sonra senin başımıza getirdiğin durumun benzerini başımıza getirselerdi, onlardan bize şefkat ve bağlılık göstermelerini umardık. Oysa sen kendisine bakım ve gözetim hizmeti verilenlerin en hayırlısısın." Bu istek üzerine Hz. Peygamber ya esirleri veya ganimet mallarını tercih etmelerini istedi. Hevazinliler esirlerin serbest bırakılmasını tercih ettiler. Arkasından Peygamber onlara: "Ganimet mallarından bana ve Abdulmuttalipoğulları'na düşen payları size geri veriyorum." dedi. Hz. Peygamber böyle deyince, bütün Müslümanlar başkomutanları olan Peygamber'e uyarak hemen paylarına düşen ganimet mallarını Hevazinlilere bağışladılar.

Resulullah (s.a.a), üstün bilgeliğinin, insanların vicdanlarını kavrayan geniş dirayetinin, herkesi doğru yola iletme gayretinin ve savaş ateşini söndürme isteğinin somut bir göstergesi olarak bu savaşın kışkırtıcısı olan Malik b. Avf'ı bile, eğer Müslümanlığı kabul etmek üzere huzuruna gelirse, af kapsamına alacağını şöyle duyurdu: "Malik'e haber verin. Eğer Müslüman olarak yanıma gelirse, ailesini ve malını kendisine iade edeceğim gibi, ayrıca ona yüz deve veririm." Bu sözleri öğrenen Malik, hemen Müslüman oldu.

4- Tebük Savaşı[7]

Artık İslâm devleti, çevresine korku salan bir güç oldu. Bu devletin sınırlarını ve topraklarını korumak Müslümanların başlıca görevi idi. Çünkü bu devletin güven içinde varoluşu, İslâmî risaletin yeryüzünün her tarafına ulaştırılmasının ön şartını oluşturuyordu.

Hz. Peygamber (s.a.a) Bizanslılar ile savaşa hazır olmaları için İslâm devletinin her tarafında seferberlik ilân etti. Çünkü Bizanslıların Arap Yarımadası'na saldırarak İslâm devletini düşürmek ve İslâm dinini yok etmek için hazırlandıkları yolunda haberler geldi. O yıl kuraklık ve kıtlık yılı ve vakit,dönem, çok sıcak geçen bir yaz mevsimi idi. Bu durum güçlü, deneyimli, silâh, malzeme ve asker sayısı bakımından üstün durumda olan düşmanın karşısına çıkma zorluğunu arttırıyordu. Diğer yandan da Bu durum zayıf ruhların ve maneviyatı düşük kimselerin isteksiz davranmalarına ve işi ağırdan almalarına yol açarken münafıkların tekrar ortaya çıkarak açıktan azimleri törpüleme ve İslâm'ı savunmasız bırakma doğrultusundaki çalışmalarını yoğunlaştırmaya cesaretlendirdi.

Bazıları dünyaya aşırı bağlılıkları sebebi ile orduya katılmaya yanaşmazken, diğer bazıları şiddetli sıcakları bahane gösterdiler. Başka bazıları da aşırı yoksullukları ve samimî müminlerin Allah yolunda cihat uğruna mallarını harcamalarına rağmen, bazıları da aşırı yoksullukları ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) savaşçıları teçhizatlandırıp yanında götürme imkânlarının kıtlığı sebebi ile seferberliğe katılmadılar.

Bu arada Hz. Peygamber'in (s.a.a) kulağına, münafıkların bir Yahudi'nin evinde toplanarak insanları savaşa katılmaktan caydırmaya, onları düşmanla karşılaşma konusunda korkutmaya çalıştıkları yolunda haberler geldi. Bu haberi alır-almaz hemen işe kararlı ve şiddetli bir yaklaşım ile el koyarak başkalarına ibret dersi olsun diye birilerini göndererek söz konusu bozguncuların evlerini yaktırdı.

Bu durumla ilgili inen ayetlerde münafıkların sinsi komploları açığa vurulmuş, işi ağırdan alanların isteksizlikleri kınanmış, savaşa katılma imkânına sahip olmayanların mazur oldukları vurgulanmıştır. Müslüman ordusunun savaşçı sayısı en az otuz bin kişiye ulaştı. Hz. Peygamber, zekâsının yüksekliğinden, isabetli tedbir alma yeteneğinden ve güçlü yakininden emin olduğu Hz. Ali'yi Medine'de yerine bıraktı. Çünkü münafıkların şehirde yıkıcı eylemler yapabileceklerinden endişe ediyordu. Nitekim Hz. Ali'yi yerine almak üzere görevlendirirken: "Ey Ali, Medine şehri ancak ya benim ile veya seninle düzelir." dedi.

Hz. Ali'nin Hz. Peygamber (s.a.a) Yanındaki Konumu İle İlgili Açıklama

Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar Hz. Ali'nin Medine'de bırakılması konusunda çeşitli dedikodular yaymaya giriştiler. Şöyle dediler: "Peygamber onu hafif gördüğü, yanında istemediği ve onun yakasından düşmesini sağlamak için Medine'de bıraktı." Böylece Medine ortamında istedikleri gibi at oynatmanın şartlarını elde etmeyi arzu ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) hemen Resulullah'ın (s.a.a) peşine düştü ve ona Medine yakınlarında yetişerek kendisine şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, münafıklar benim sana ağırlık ettiğimi, senin beni yanında istemediğin ve benim yakandan düşmemi sağlamak için Medine'de bıraktığını iddia ediyorlar."

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'ye şu karşılığı verdi: "Yalan söylediler. Seni, arkamda bıraktığım önemli görevi yapman ve kendi ailem ile senin ailende yerimi tutman için geride bıraktım. Ey Ali, Harun Musa için ne idi ise, senin de benim için o olmandan hoşnut değil misin? Şu farkla ki benden sonra peygamber gelmeyecek."[8]

Zorluk Ordusu

İslâm ordusu yola çıktı; yol çetin ve uzundu. Hz. Peygamber daha önceki savaşların tersine bu savaşta güdülen amacı ve izlenecek yolu Müslüman askerlere açıkladı. Yolda giderken Medine'den birlikte yola çıktıkları bazı gruplar ve kişiler konvoydan ayrılıyorlardı. Peygamber bu komplolar ile ilgili olarak sahabîlerine şöyle dedi: "Bırakın onu, eğer onda hayır varsa, Allah onun size katılmasını sağlayacaktır. Yok, eğer adamdan hayır gelmeyecek ise Allah sizi ondan kurtarmış oldu."

Hz. Peygamber (s.a.a) Salih Peygamber'in kavminin harabeliğinden geçerken yürüyüşünü hızlandırdı ve öğüt vermek maksadı ile sahabîlerine şunları söyledi: "Onların başlarına gelenlerin benzerinin sizin de başınıza gelmesi korkusu ile zalimlerin evlerine girerken mutlaka oralara ağlayarak girin." Müslüman askerlere bu yörenin suyunu kullanmayı yasakladı. Oraların hava şartlarının tehlikesi konusunda askerlerini uyardı. Su, yiyecek, zarurî ihtiyaçlar ve binek hayvanı bakımından bu savaşı kuşatan zorluklar sebebiyle bu savaşa çıkan orduya "Zorluk Ordusu" adı verildi.

Müslümanlar Bizans ordusunu bulamadılar. Çünkü Bizans ordusu dağılmıştı. Bunun üzerine başkomutan Peygamber düşmanın kovalanması veya Medine'ye dönülmesi hususunda sahabîlerinin görüşlerini bildirmelerini istedi. Sahabîleri ona: "Eğer sana yolunu devam etmen doğrultusunda emir verildi ise, ilerlemeye devam et." dediler. Resulullah onlara: "Eğer bana böyle bir emir verilmiş olsa idi, sizden görüşlerinizi bildirmenizi istemezdim." karşılığını verdi. Hz. Peygamber (s.a.a) bu noktada geri dönmeye karar verdi.

Bu arada Resulullah (s.a.a) Yarımada'nın kuzeyini oluşturan bölgenin liderleri ile ilişki kurarak kendileri ile iki tarafın birbirine saldırmayacağına dair anlaşma imzaladı. Ayrıca Halid b. Velid'i Dûmetu'l-Cendel denen yörenin lideri üzerine yürümeye göndererek Bizanslıların bundan sonra girişebilecekleri başka bir saldırıda onlarla işbirliği yapması ihtimalini bertaraf etmeye çalıştı. Bu yürüyüş sırasında Müslümanlar bu yörenin liderini esir almayı ve çok miktarda ganimet elde etmeyi başardılar.

Hz. Peygamber'e (s.a.a) Suikast Girişimi

Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar Tebük'te on küsur gün kaldıktan sonra Medine'ye dönmek üzere yola çıktılar. Bu yolculuk sırasında Allah'a ve Peygamber'e inanmamış olan bir grup, şeytanın tahrikine kapılarak Resulullah'a (s.a.a) suikast düzenlemeyi kararlaştırdı. Bu menfur eylemi Peygamber'in devesi yanlarından geçerken onu ürküterek Resulullah'ı yakınlardaki bir vadiden aşağı atmasını sağlamak suretiyle gerçekleştirmeyi plânladılar.

Ordu Şam ile Medine arasında yer alan bir geçide vardığında Hz. Peygamber askerlerine: "İçinizde vadinin tabanı boyunca yol almak isteyenler varsa, orası sizin için daha geniştir." dedi. Bunun üzerine askerler vadi tabanı boyunca yol almayı tercih ederlerken, Resulullah'ın kendisi geçit yolundan gitmeyi uygun gördü. Devesini önden Ammar b. Yasir çekerken, arkadan onu Huzeyfe b. Yeman güdüyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu sırada ay ışığında yüzleri örtülü ve kuşku uyandırıcı bir hareket tarzı ile peşinden gelen birkaç atlıyı fark etti. Onlara kızarak kendilerine yüksek sesle bağırdı ve Huzeyfe'ye binek hayvanlarının yüzlerine elindeki kamçı ile vurmasını emretti. Bunun üzerine adamlar korkuya kapıldılar, Hz. Peygamber'in (s.a.a) içlerinde gizledikleri hain plânı sezdiğini anladılar. Bu korku ile insanlar arasına karışarak kimliklerinin ortaya çıkmamasını sağlamak için geçit yolundan ayrılıp hızla gözlerden kayboldular.

Huzeyfe bu canilerin binek hayvanları aracılığı ile kim oldukları belirlendikten sonra üzerlerine gönderilecek kişiler eli ile öldürülmelerini Resulullah'tan (s.a.a) istedi. Fakat rahmet peygamberi olan Resulullah onları affetti ve işlerini yüce Allah'a havale etti.

Tebük Savaşı'nın Bazı Sonuçları

1- Müslümanlar güçlü bir inanca sahip, komşu devletlerin ve diğer dinlerin bağlılarının yüreklerine korku salan, düzenli ve büyük bir güç olarak sahneye çıktılar. Bu durum, İslâm beldelerinin içinde ve dışında yaşayan bütün güçleri İslâm'a ve Müslümanlara saldırmaktan caydıracak gerçek bir uyarı idi.

2- Müslümanlar kuzey sınırlarında egemen olan liderler ile imzaladıkları anlaşmalar yolu ile bölgenin güvenliğini garantiye bağladılar.

3- Müslümanlar asker sayısı, silâh ve teçhizat bakımından büyük bir orduyu sefere çıkarmaya güçlerinin yettiğini kanıtladılar. Böylece ordu düzenleme ve savaşa hazırlama deneyimlerini artırdılar. Tebük'e kadar uzanan yolculukları bir tür tatbikat ve geniş çaplı arazi keşfi mesabesinde bir eylem oldu. Müslümanlar bu seferde elde ettikleri arazi bilgilerinden daha sonraki aşamalarda çok yararlandılar.

4- Tebük Seferi Müslümanların maneviyatına yönelik bir deneme ve münafıkları belirleyip onları diğer Müslümanlardan ayırma fırsatı oldu.

5- Zirar Mescidi

Hz. Peygamber (s.a.a) hoşgörü içerikli bir şeriat ve tevhit ilkesine dayalı bir din getirdi. Bütün gücü ile salih bir insan tipi yetiştirmeye ve ilâhî öğretiler uyarınca sağlıklı bir toplum oluşturmaya çalıştı. Karşılaştığı bütün sıkıntılara, zorluklara ve savaşlara, insanı müşriklik kirlerinden, şeytan kışkırtmalarından ve ruhsal hastalıklardan arındırmak için katlandı.

Hz. Peygamber bu yoğun çabayı harcamakla meşgulken bir kısım münafık grupların kalplerinde kıskançlık ve kin duyguları harekete geçti. Bu şer odakları Kuba Mescidi'nin karşısında başka bir mescit inşa etmeye giriştiler ve bu girişimlerini sonuca vardırdılar. İddialarına göre bu yeni mescit özürlülere, sakatlara, uzağa gidemeyenlere hizmet edecek ve yağmurlu gecelerde işe yarayacaktı.

Mescidin yapımı bittikten sonra onu inşa eden şer güçlerin temsilcileri Hz. Peygamber'e (s.a.a) koştular. Ondan yaptırdıkları mescitte namaz kıldırmasını istiyorlardı. Böylece yaptıkları işe meşruluk kazandıracaklarını hesap ettiler. Hz. Peygamber bu isteğe cevap vermeyi erteledi. Çünkü Tebük Seferi'ne çıkma hazırlığı ile meşgul idi. Tebük Seferi'nden döndükten sonra ise Peygamber'i bu mescitte namaz kılmaktan men eden ilâhî emir indi. Çünkü bu mescit Müslümanların sözbirliğini parçalayacak ve ümmete zarar verecek bir fitne faktörü idi. Takva ilkesine dayalı olarak inşa edilen yapı ile Müslümanlara zarar vermek amacı üzerine inşa edilen öbür yapı arasında dağlar kadar fark vardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.a) bu yeni mescidin yıkılmasını ve yakılmasını emretti.

6- Heyetler Yılı

Arap Yarımadası üzerinde İslâm egemenliği belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Resulullah (s.a.a) mühlet tanıma ve uyarma yollarına başvurup eli boş dönmedikçe güç kullanma ve savaşma yoluna asla başvurmuyordu. Hatta çoğu olaylarda Müslümanların giriştikleri savaşlar savunma amaçlı idi. Şu da var ki, bazı müşrik güçler şiddete, kaba güce, tehdide ve korkutmaya maruz kalmadıkça hakkı tanımıyor, yola gelmiyorlardı.

Müslümanlar devletlerinin başkenti olan Medine'ye döndükten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) beldeleri putperestlik mekânlarından ve şirk heykellerinden temizlemek üzere birkaç seriye sefere çıkardı.

Müslümanların gücü ve birbirini izleyen başarılar, hedeflerinin belirginlik kazanması ve yol göstericiliğinin etkinliği sayesinde Arap Yarımadası'nın bütün kabileleri ve bu kabilelerin liderleri İslâm'ın sesini duyarlı kulaklarla dinlemeye başladılar. Bunun sonucu olarak kabilelerin seçilmiş heyetleri Resulullah'ın (s.a.a) önünde Müslümanlığı kabul ettiklerini ifade etmek için Medine'ye akın ettiler. Bu yüzden Hicret'in dokuzuncu yılı olan bu yıla "Heyetler Yılı" adı verildi. Hz. Peygamber bu heyetleri bizzat karşılıyor, onlara nazikçe davranıyor, kendilerine Kur'ân'ın farzlarını ve İslâm'ın hükümlerini öğretecek hocalar gönderiyordu.

Sakıf Kabilesinin Müslüman Olması

İlâhî desteğin oluşturduğu şartlar, her aklı başında kimseyi durumunu gözden geçirmeye ve İslâm karşısında aklının hakemliğine başvurmaya sevk etti. Sakıf kabilesi, kalelerinin içine kapandığında Hz. Peygamber'in Taif'in fethedilmesini sonraya bırakması, ona yaraşan son derece bilgece bir karar oldu. İşte şimdi aynı Sakıf kabilesi uzun bir süre inatla direndikten, karşı durduktan, yanlarına Müslüman olarak gelerek hemşerilerini yeni dine çağıran bir lider olan Urve b. Mes'ud Sakafî'yi öldürdükten sonra, seçtiği bir heyeti Hz. Peygamber'e göndererek Müslümanlığı kabul ettiğini bildiriyor.

Hz. Peygamber Sakıf kabilesinin heyetinin gelişini hoşnutlukla karşıladı. Mescid-i Nebevî'nin bir köşesinde onlar için özel bir bölüm hazırlandı ve Halid b. Said'i onlarla ilgili teşrifatı yerine getirmek için görevlendirdi. Sonra heyet Hz. Peygamber ile İslâm üzerine müzakerelere başladı. İslâm'a girmek için bazı şartlar ileri sürüyorlardı. Bunların başta geleni, Peygamber'in belli bir süre için kabilelerinin özel putuna dokunmaması idi. Hz. Peygamber sırf Allah için olan katıksız tevhit ilkesi üzerinde ısrar ederek bu tekliflerini reddetti. Müzakereler ilerledikçe heyetin adım adım tavizler vermeye başladığı görüldü. Nitekim konuşmaların bir aşamasında İslâm'ı kabul ettiler. Yalnız Peygamber'den putlarını kendi elleri ile kırmaları şartından muaf tutulmalarını istiyorlardı. Bir de namaz kılma yükümlülüğünden muaf tutulmayı teklif ediyorlardı. Hz. Peygamber bu teklifi: "Namazı içermeyen bir dinde hayır yoktur!" diyerek geri çevirdi. Sonuçta İslâm'ı şartsız olarak kabul ettiler. Heyet, dinin hükümlerini öğrenmek üzere bir süre Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında kaldı. Sonra Resulullah (s.a.a) Taif'teki putları kırmak üzere Ebu Süfyan b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi oraya gitmekle görevlendirdi.


İSLAMİYET’İNDÜNYAYA YAYILMASI

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a), Allah’ın kendisine öğrettiği İslam ahlakını hayatının sonuna kadar büyük bir gayretle tebliğ etmiştir. Allah'ın izni ile Peygamber Efendimiz (s.a.a)’in samimi bir çabayla tek başına başlattığı bu tebliğ, onun samimiyeti, kararlılığı ve güzel ahlakı vesilesi ile kısa zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Peygamberimiz (s.a.a)'den sonra da devam eden bu tebliğ milyonlarca kişinin imanına vesile olmuş; insanlar bu sayede Kuran ahlakına dayalı gerçek sevgiyi, barış ve adaleti öğrenmişlerdir.

Yüce Allah'ın, Kuran-ı Kerim'de “Alemlere Rahmet” olarak gönderdiğini bildirdiği Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a), Rabbimiz'in buyurduğu İslam ahlakını hayatının sonuna kadar büyük bir şevk ve heyecanla yaşamış ve bu yaşantısıyla insanlara da örnek olmuştur. Peygamberimiz (s.a.a)’in tek başına başlattığı bu tebliğ, Allah'ın izni ile kısa zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Kendisinden sonra da, yine samimi müminlerin çabasıyla günümüzde de devam etmektedir. Son araştırmalara göre, dünyanın en hızlı yayılan dini olarak kabul edilen İslamiyet'in bu coşkulu yükselişi, Allah’ın izni ile Hz. İsa’nın ve Hz. Mehdi’nin ahir zamanda ortaya çıkışıyla beraber tüm dünyaya hakim olacaktır.

İslamiyet, indirildiği ilk dönemlerden itibaren Peygamberimiz (s.a.a)’in gösterdiği kararlılık ve samimiyet vesilesi ile büyük bir hızla yayılmıştır. Peygamberimiz (s.a.a)’i örnek alan o dönemdeki Müslümanların kararlılığı ve adaleti de pek çok Arap kabilesinin İslamiyet'i seçmesinde çok etkili olmuş; Kuran ahlakı, bölge halkının hayatında olumlu yönde değişikliklere sebep olmuş, cahiliye dönemine ait karmaşa, haksızlık ve kan davaları ortadan kalkarak yerini huzur, güven ve barışa bırakmıştır. Uzun süre sonra ilk defa bölge insanları arasında Kuran ahlakının bildirdiği, gerçek manada saygı, sevgi, merhamet ve adalete dayalı bir düzen kurulmuştur.

Peygamberimiz (s.a.a)’in Miladi 8 Haziran 632 tarihinde vefatının ardından ise İslamiyet hızla yükselmeye devam etmiş, birkaç on yıl içinde tüm kuzeyde Mezopotamya'ya, batıda Afrika'ya yayılmış, doğuda ise Hindistan'a kadar ilerlemiştir. Kısa zaman önce din ahlakını tanımadan yaşayan bölge insanları, İslam ahlakının onlara kazandırdığı akıl, bilinç ve yüksek kültür sayesinde bir dünya imparatorluğunun yöneticileri haline gelmişlerdir. Bu, tarihte eşine az rastlanan çok hızlı bir büyüme olmuş, İslam İmparatorluğu, 100 yıl gibi bir süre içerisinde, eski Roma İmparatorluğu'ndan daha geniş bir alana yayılarak benzerlerinden çok daha güçlü bir yönetim kurmuştur. İslamiyet'in benzeri olmayan bu hızlı gelişmesinin temelinde, Rabbimiz'in, Hz. Muhammed (s.a.a)’in üstün ahlakı, aklı, feraseti, kararlılığı ve samimi çabasını vesile kılması bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz (s.a.a) yöntem olarak; Hicret'in hemen sonrasında tebliğ çalışmalarını başlatmış, çevre ülkelerin hükümdarlarını İslam ahlakına davet etmek üzere sahabeler görevlendirmiştir. Rabbimiz'in bu konudaki emrini en güzel şekilde yerine getiren Peygamber Efendimiz (s.a.a), bu elçiler aracılığı ile insanları hikmetle ve güzel öğütle İslam ahlakına davet etmiştir:

"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir." (Nahl Suresi, 125)

Sahabelerin Tebliğe Başlaması

Peygamberimiz (s.a.a)’in seçtiği sahabeler yanlarında tebliğ için gidilen yerin hükümdarına verilmek üzere bir de mektup götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.a)'in bir öğüdü şöyledir:

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Uyuşun, ihtilafa düşmeyin. İnsanlara yumuşak davranın, şiddet göstermeyin."

Hükümdarların İslam Ahlakına Davet Edilmesi ve İslamiyet'in Yayılması

Habeş Meliki Necaşi’nin İslam’a Davet Edilmesi

Hicret'in 7. yılında Peygamber Efendimiz (s.a.a) ilk önce Habeş Meliki Necaşi Ashame’ye, Amr b. Ümeyye’yi bir mektupla birlikte göndermiştir. Mektup şöyleydi:

Allah Resulü Muhammed’den, Habeş Meliki Necaşiye!...

Ey Melik! Müslüman olmanı dilerim.

Ben, senin namına, La İlahe İlla Hü, Melik, Kuddüs, Selam, Muheymin (sıfatlarına haiz) olan Allah’a hamd ü sena ederim.

Ve şehadet ederim ki, Meryem oğlu İsa, Allah’ın kulu ve Kelimesidir. Allah, O Kelime’yi (ki İsa’ya vucüd veren ‘’Kün’’ hitabıdır) ve o ruhu çok temiz ve afif olan ve dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem’e nefhetti (ruhundan üfledi). Bu suretle Meryem, İsa’ya hamile kaldı. Böylece Allah, İsa’yı yarattı.

Nasıl ki, Adem’i de Allah, kudret eliyle (ve bir mucize olarak) yaratmıştır.

Ey Melik!

Seni; eşi, ortağı olmayan bir tek Allah’a imana ve O’na ibadete, bana uymaya ve Allah tarafından bana gönderilenlere inanmaya davet ediyorum. Çünkü, ben, Allah’ın bunları tebliğe me’mur elçisiyim.

Seni ve halkını Aziz ve Celil olan Allah’a (imana) davet ediyorum.

Şimdi ben size (İslam esaslarını) tebliğ ettim ve nasihatta bulundum. Siz de nasihatımı kabul ediniz!

Selam hidayete tabi olanlara olsun.’’

 

Mektup kendisine okunduktan sonra Müslüman olduğunu çekinmeden açıklayan Habeş Meliki Necaşi, elçi Amr b. Ümeyye’ye bir mektup verdi. Mektupta Peygamberimiz (s.a.a)’in isteklerini yerine getirdiğinden bahsediyordu. Ayrıca kendisine kıymetli hediyeler de gönderdiğini haber veriyor, arzu ettikleri takdirde kendisinin de yanına gelebileceğini açıkça ifade ediyordu. İlk olarak Hicret sırasında Habeşistan’a gelen muhacirler sayesinde İslam’dan haberdar olan bu ülke, günümüzde Eritre, Somali olarak bildiğimiz çevre halkların da etkilenerek İslam’ı seçmelerine vesile olmuştur.

Rum Kayseri Heraklius’un İslam’a Davet Edilmesi

Tarihi kaynaklara göre, Hicret'in 7. yılında, Peygamber Efendimiz (s.a.a), Rum Kayseri Heraklius’u İslam’a davet etmek için Dihye b. Halife el-Kelbi’yi göndermiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.a), Rum Kayseri Heraklius’a da bir mektup göndermiş, mektubunda Al-i İmran Suresinin 64. ayetini tebliğ etmiştir:

“Bismillahirrahmanirrahim,

Allah'ın Elçisi Muhammed'den, Bizanslıların Reisi Heraklius'a:

Selam hakikat yolunu izleyene (olsun)! İlave edeyim ki, seni bütün olarak İslam'a davet ediyorum. İslam'ı kabul et ki felah bulasın. İslam'ı kabul et ki Allah değerini iki kat artırsın. Ama eğer kaçınırsan, tebeanın günahı da senin üzerine yüklenecektir. Ve siz, ey Kitab-ı Mukaddes'in insanları (Ey Ehl-i Kitab!) sizinle bizim aramızda aynı olan bir söze doğru geliniz; ki biz ancak Allah'a taparız, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız ve aramızda kimse kimseyi, Allah'ın dışında sahib (Rab) edinmez. Şimdi, eğer kaçınırlarsa, şöyle deyiniz: Şahit olun biz Müslümanlardanız (Allah'a teslim olanlarız).”

Yemen Valisi Bazan’ın İman Etmesi

Peygamberimiz (s.a.a), dönemin Yemen valisi Bazan’a hitaben yazdırdığı mektupta, İran’ın yıkılacağını, Kisra’nın oğlu tarafından öldürüleceğini haber vermiştir. Bundan bir süre sonra Bazan, Kisra’nın oğlu Şireveyh’ten, babasını öldürdüğüne dair bir mektup almıştır.

Kisra’nın öldürülmesi, Peygamberimiz (s.a.a)’in Bazan’a haber verdiği günün gecesinde ve gecenin de aynı saatinde gerçekleşmişti. Bunun üzerine Bazan iman etti ve Müslüman olduğunu Peygamberimiz (s.a.a)’e bildirdi.

Yemame Emiri'nin İslam’a Davet Edilmesi

Yemame hükümdarı Hevze b. Ali bir Hristiyandı. Tarihi kaynaklara göre Peygamber Efendimiz (s.a.a), bu hükümdarı da İslamiyet’e davet etmek üzere Salit bin Amr’ı görevlendirmişti.

Peygamber Efendimiz (s.a.a)’in gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu:

‘’Bismillahirrahmanirrahim’

Allah’ın Resulü Muhammed’den, Hevze b. Ali’ye!

Doğru yolda gidenlere selam olsun!

Şunu iyi bilmelisin ki: Benim dinim yakında dünyanın en uzak ufuklarına kadar parlayacaktır!

Binaenaleyh, ey Hevze!

Sen de Müslüman ol ki, selamete eresin!

Ben de, hükmün altındaki memleketin idaresini sana bırakayım!’’

Böylece, Peygamber Efendimiz (s.a.a), gönderdiği elçiler ve tebliğ mektuplarıyla İslamiyet'i o zamanın bütün ileri gelen devlet adamlarına bildirmiş, bir çoğu daha sonra İslam dünyasına dâhil olacak bu ülkelere ilk olarak İslamiyet'in sesini duyurmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.a)’in vefatından sonra, halifeler döneminde İslam geniş bir coğrafyaya yayarak devam ettirmişlerdir. Bu dönemde yapılan fetihlerle İslam Devleti, Arap Yarımadası’nın sınırlarını aşmaya başlamış, Batı’da Trablusgarp, Doğu’da Horasan ve Kuzey’de Kafkasya'ya kadar genişletilmiştir. Fethedilen yerlerdeki insanlar kısa sürede İslam ahlakını benimsemişlerdir. Kurulacak olan yeni devletlerin pek çoğunun temelleri de yine bu dönemde atılmıştır.

Dört Halife döneminden sonra Emevîler (661-750) ve Abbâsiler (750-1258) iş başına gelmişlerdir. Abbâsiler döneminde bilhassa merkeze uzak bölgelerde yeni devletler kurulmuştur. Doğu'da; Gazneliler, Selçuklular, Delhi Sultanlığı, Timurlar, Altınordu ve Özbek hanlıkları ve Babürler. Batı’da, Endülüs Emevîleri, Murabitlar, Eyyubîler, Memlûkiler ve Osmanlı İmparatorluğu.

Farklı Coğrafyalarda İslamiyet'in Yayılması

AFGANİSTAN

30 milyon kişinin yaşadığı düşünülen Afganistan'ın resmi dini İslam ve halkın % 99'u ise Müslümandır.

İslamiyet, Afganistan'a üçüncü halife veya Muaviye’nin Basra valisi Abdurrahman ibnu Semure'nin bu ülkeye gönderilmesiyle ulaşmıştır. Afgan halkının İslam ahlakı ile tanışmasından sonra hızla yayılmıştır.

Ülke uzun bir süre daha çeşitli boylar tarafından yönetildi. 9. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir kısmı Sâmâniler'in eline geçen Afganistan'da daha sonra Gazneli Devleti kurulmuştur. Günümüzde 30 milyon kişinin yaşadığı düşünülen Afganistan'ın resmi dini İslam ve halkın % 99'u ise Müslümandır. Müslümanların yanı sıra az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi yaşamaktadır. 1980'li yıllarda işgale karşı tek birlik olan Afganistan dünyanın sayılı maden yataklarına sahiptir.

CEZAYİR

Cezayir, Peygamberimiz (s.a.a)'in vefatından kısa bir süre sonra İslam orduları tarafından fethedilerek İslam devletinin topraklarına katılmıştır. Cezayir’de resmi din İslam'dır. 32 milyon nüfuslu halkın % 99'una yakını Müslümandır.

Cezayir halkı Kasım 1954'te yayınlanan bir bildiride, isteklerinin Cezayir'i işgalden kurtararak bu topraklar üzerinde İslam ahlakının yaşandığı bağımsız bir devlet kurmak olduğunu bildirmiştir. Uzun dönem süren baskı ve zulümlere rağmen Cezayir halkının İslamiyet'e olan bağlılığı, her zaman canlı ve güçlü olmuş, bu ülkede yetişmiş ilim adamlarının çalışmalarının zenginliği bunun önemli vesilelerinden birisi olmuştur.

ENDONEZYA

Endonezya, çok çeşitli etnik unsurlardan meydana geldiği halde % 87’lik oran ve 230 milyon kişi ile dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesidir.

İslamiyet'in Endonezya’ya ulaşması daha önceleri olsa da kayıtlara göre ilk izlerin 1290’li yıllarda olduğu belirtiliyor. Kaliforniya Üniversitesinde Tarih Profesörü olan Ira M. Lapidus tarafından hazırlanan “İslam Toplum Tarihi” adlı eserde, Marco Polo’nun 1292 yılında Sumatra adasının kuzeyinde Pasai bölgesinde Müslüman topluluklar bulduğu anlatılıyor.

İslamiyet'in Yayılışı

İslam ahlakının benzeri olmayan yükselişinin haritası

Peygamberimiz (s.a.a)’in tebliği, kısa zamanda geniş bir coğrafyaya ulaşmış, kendisinden sonra da hızla yayılmayı sürdürmüştür. Günümüzde de Allah'ın izniyle ve yine samimi müminlerin çabasıyla İslam ahlakının yayılışı devam etmektedir. Son araştırmalara göre, dünyanın en hızlı yayılan dini olarak kabul edilen İslamiyet'in bu coşkulu yükselişi, Allah’ın izni ile Hz. İsa’nın ve Hz. Mehdi’nin ahir zamanda ortaya çıkışıyla beraber tüm dünyaya hakim olacaktır.

FAS

İslam ahlakının Fas topraklarına ilk girişi 686 yılında İslam orduları ile olmuştur. Bugün resmi dini İslam olan ve yaklaşık 34 milyon kişinin yaşadığı Fas’ta, halkın % 98.7'si Müslümandır. Fas toprakları İslami tarih kaynaklarında "el-Mağribu'l-Aksa (Uzak Batı)" olarak adlandırılır. Kuzeybatı Afrika ülkelerini içine alan toprakların tümüne birden de Mağrib denir.

YEMEN

Başta da belirttiğimiz gibi, Yemen'de İslamiyet'in yayılması, Peygamberimiz (s.a.a) hayattayken olmuştur. Yemen, Peygamber Efendimiz (s.a.a)'in İslam Devletini ilk kurduğu dönemlerde, İran’ın kontrolündeydi ve İran tarafından görevlendirilen Bâzân adlı bir vali tarafından yönetiliyordu. Bazan, Peygamberimiz (s.a.a)'in elçilerinin daveti üzerine Müslüman olmuş ve Yemen valisi olarak görevine devam etmiştir. Pek çok ülke bu topraklarda hüküm sürmüştür. Resmi dini İslam olan, 16 milyon nüfuslu Yemen'de, halkın % 99'u Müslümandır.

MISIR

75 milyon nüfuslu Mısır'da halkın % 92'si Müslümandır.

İslamiyet Mısır’a, 639 - 642 yılları arasında girdi. İslamiyet'in halk arasında hızla yayıldığı Mısır’da, 868 yılına kadar Halifelerin seçtiği valiler görev yaptı. Mısır, 1922’de bağımsızlığına kavuştu. Halkın % 92'sinin Müslüman olduğu 75 milyon nüfuslu Mısır’da, ikinci önemli etnik unsur nüfusun % 7'sini oluşturan Hristiyan Kıptilerdir.

75 milyon nüfuslu Mısır'da halkın % 92'si Müslümandır.

MALEZYA

İslamiyet'in bu bölgeye ulaşmasından önce, Brahmanistler ve Budistler bu bölgede çeşitli devletler kurmuşlardı. Farklı kaynaklara göre; İslamiyet'in Malezya'ya 1400 yılından sonra girdiği bilinmektedir. İslamiyet'in büyük bir hızla yayılmasında, Malakka Prensi Prameswara’nın, Pasai Kralının kızıyla evlenip Müslüman olması etkili oldu, Prameswara adını, Mecât Iskender Şah olarak değiştirdi. Onun Müslüman olmasından sonra yönetimi altındaki bölgelerde İslamiyet hızla yayılmaya başladi. 1446 yılında da Malakka Sultanlığına geçen Sultan Muzaffer Şah zamanında İslamiyet resmi din olarak kabul edildi. Aynı zamanda Malakka, Güneydoğu Asya'da İslamiyet'in merkezi halini aldi. Ticari ve ekonomik önemi de arttığı için, Müslüman tüccarlar burayı daha çok ziyaret etmeye başladılar. Malezya Konfederasyonu kuruldu. Günümüzde güçlü bir ekonomiye sahip olan Malezya’da özellikle gençler arasında İslamiyet'e büyük bir bağlılık vardır. 25 milyon nüfuslu ülkede, gençlerin % 70'i dini görevlerini yerine getirmektedir. Üniversite gençliği arasında da İslam ahlakına yöneliş çok güçlüdür.

SUDAN

639 yılında Mısır'ın İslam ahlakı ile tanışmasının ardından Mısır’a yerleşen Müslümanlar kısa süre sonra ticaret için Sudan pazarlarına gitmeye başladılar. Sudanlılar da bu vesile ile İslamiyet'i tanıdılar. İslamiyet'in Sudan’da kısa sürede hızla yayılması ile daha önce Hristiyanlığı seçmiş olan pek çok kişinin İslamiyet'i tercih etmesine neden oldu. Bugün 28 milyon nüfuslu Sudan’ın %99’u Müslümandır.

TUNUS

Tunus'a İslamiyet'e 648'de girmiştir. İlk girişin ardından peşpeşe gelen fetihler tüm Tunus'un İslam Devletine bağlanmasına vesile olmuştur. Bölgenin, İslam Devleti topraklarına katılmasından sonra yerli halk kısa sürede Müslüman olmuş, 7. yüzyılda da Tunus halkının tamamı İslamiyet'i kabul etmiştir. Tunus, 1956’da bağımsızlığına kavuşmuştur.

Resmi din olarak İslamiyet'i kabul eden olan 12 milyonluk Tunus nüfusunun %99.3'ü Müslümandır.

ÜRDÜN

6.5 milyon nüfuslu Ürdün'de halkın % 95'i Müslümandır.

Bugünkü Ürdün toprakları ikinci halife zamanında İslam topraklarına katıldı. Ürdün Haçlı Seferlerinin sonucu olarak 12. yüzyılda geçici bir süre için Haçlıların kontrolüne girdi. 1187'de Haçlıların elinden alındıktan sonra sırasıyla Eyyubilerin, Fatımilerin ve Memlüklerin kontrolünde kaldı.

Resmi dini İslam olan 6.5 milyon nüfuslu Ürdün'de, halkın % 95'i Müslümandır.

İslamiyet'in benzeri olmayan hızlı gelişmesinin temelinde, Rabbimiz'in, Hz. Muhammed (s.a.a)’in üstün ahlakını, aklını, ferasetini, kararlılığını ve samimi çabasını vesile kılması bulunmaktadır.

İslamiyet'in Yayılışı Hakkında

World Christian Encyclopedia'nın (Dünya Hristiyanlık Ansiklopedisi) rakamlarına göre 1990'da 962 milyon olan Müslüman nüfus bugün 6,2 milyar kişinin yaşadığı dünyada 1,2 milyara ulaştı. Bu rakamın 2025'te 1,8 milyara, 2060'ta 2,3 milyara ulaşması bekleniyor.

The Canadian Society of Muslims'in (Kanada Müslümanlar Topluluğu) tahminlerine göre 2025'te dünya nüfusunun yüzde 30'unu Müslümanlar oluşturacak.

U.S. Center for World Mission’a göre; 1997'de İslamiyet'in Hristiyanlıktan daha hızlı büyüdüğü görülmüştür. Her yıl % 2.9 olarak gerçekleşen bu rakam, giderek payını da artırıyor. Bu hızla İslam 2023'e kadar Hristiyanlığı geçerek dünyanın en büyük dini olacaktır.

İSLAMİYET'İN AYDINLIK GELECEĞİ

Günümüzde İslam dini, bir milyarı aşan nüfusa sahiptir ve dünyanın en hızlı yayılan dinidir. Dünyadaki devletlerin dörtte birinden fazlasında yaşayan halk Müslümandır. Son yirmi yıldır da, dünya genelinde Müslümanların sayısında istikrarlı bir artış söz konusudur. 1973 yılında yapılan istatistikler, dünya çapında Müslüman nüfusun 500 milyon olduğunu gösterirken, bugün bu rakam 1.5 milyara yaklaşmıştır. Her dört kişiden birinin Müslüman olduğu günümüzde, Müslümanların sayısının tarihte ilk defa Hristiyanların sayısını geçtiği belirtilmektedir. Müslüman nüfusun sayısının yakın gelecekte daha da artacağı ve İslam'ın dünyanın en yaygın dini haline geleceği tahmin edilmektedir.

Bu istikrarlı yükselişin nedeni, sadece Müslüman ülkelerin nüfuslarının artış hızı değil, aynı zamanda diğer dinlerden ve kültürlerden pek çok insanın İslam ahlakını seçmesidir.

Bilmek gerekir ki, yaşanan tüm bu gelişmeler Kuran'da bildirilen, "İnsanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile." (Nasr Suresi, 2-3) ayetlerinin tecelli edeceği vaktin çok yakın olduğunu, hatta yaşanmaya başladığını göstermektedir.

Rabbimiz'in en son hak kitap olan yüce Kuran-ı Kerim'i vahyettiği ve güzel ahlakı, takvası, Allah'a olan yakınlığı ile insanlara örnek kıldığı Peygamber Efendimiz (s.a.a)’in, kararlığı ve samimi çabasıyla başlattığı güzel ahlakın tebliği, bugün de tüm dünyayı aydınlatmaya devam etmektedir. Allah’ın izniyle bu aydınlık daha da artacak, şu an dünyanın pek çok yerinde hüküm süren savaş, karmaşa ve zulüm, İslam ahlakının nuru ile tamamen ortadan kalkacaktır. Kuran’da müjdelendiği ve Peygamber Efendimiz (s.a.a)’in de hadislerinde bildirdiği üzere, içinde bulunduğumuz yüzyıl İslam ahlakının yeryüzüne hakim olduğu, dünyanın barış ve refah içinde yaşadığı kutlu bir çağ olacaktır. Yazıda anlattığımız, Peygamber (s.a.a) döneminde başlayarak kısa zamanda 3 kıtaya yayılan İslam ahlakı, bu muhteşem yükselişinin bir eşini -Allah’ın izni ile- yine Altınçağ olarak adlandırılan ve Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin geleceği ahir zamanda da yaşayacaktır. Kuran’da bu müjde şöyle haber verilmektedir:

"Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile." (Saff Suresi, 8-9)

Rabbimiz bu vaadini muhakkak yerine getirecektir. İman edenlerin yapması gereken ise bu kutlu döneme, İslam ahlakını gereği gibi yaşayarak ve birbirlerini müjdeleyerek hazırlanmaktır.

 

 
  Bugün 5 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı! visitor stats
renkli ışıklar *** < **** _9F5smwo8AQLTocgA" alt="" /> img.webme.com/pic/g/gezvebul/ask.png" />
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol